15 Soruda Anarko Kapitalizm

· Yazar: Can Kilercioğlu
15 Soruda Anarko Kapitalizm

İçinde doğduğumuz dünyada, biz daha doğmadan önce uzun yıllar boyunca yerleşmiş olan kurumların varlığı, bizi o kurumların vazgeçilmez olduğu yanılgısına düşürebilir. Bu yanılgıların en büyüğü devlettir. Devlet, çağlar boyunca hukuk ve güvenlik tekelini üstlenmiştir. Diğer bir deyişle devlet, belirli topraklar üzerinde yasa koyma ve onu uygulama konusunda mutlak karar verici olma yetkisini tek başına sürdürmektedir. Bu doğrultuda devletin hukukla özdeşleştirilmesi fikri, devletin olmaması durumunu sınırsız bir keyfiyet hali ve hukuk kurallarının yaptırım gücünden mahrum olması olarak ele almış ve böyle bir durumun kaos ile sonuçlanacağını iddia etmiştir. Gerçekten de hukuk hizmetinin sağlanmaması kaosla özdeşleştirilebilir; doğal hakların çiğnenmesi halinde adaleti sağlayacak müdahaleci bir gücün olmaması, güçlü tarafın zayıf taraf üstünde sınırsız bir hakimiyet kurması olanağı sunar.

Devletin tamamen kaldırılmasını savunan anarşist görüşe göre devletin varlığı zor kullanmaya dayandığı için ahlaki olarak kabul edilemez. Fakat devletin yokluğunda hukuk ve güvenlik hizmetlerini kurumsal olarak sağlanmasına da gerek olmadığını eklerler. Doğal hukuk görüşüne sonuna kadar bağlı kalan, devleti hırsız ve katiller çetesi olarak gören Spooner’a göre de devletin yokluğu halinde sistematik şekilde işleyen mahkemelerin kurulmasına gerek yoktur.

Şu bir gerçek ki insanlar var olduğu sürece uyuşmazlıklar olacak ve barışın sağlanabilmesi için de uyuşmazlıkların bir otorite tarafından çözülmesi gerekecektir. Bu sebeple hukuk hizmetinden vazgeçmek mümkün değildir. Liberalizm, komünizm veya politik skalada herhangi bir konumda bulunan ideoloji, siyaset felsefesi alanına geldiğinde temelde toplum içinde çıkan uyuşmazlıkların nasıl giderileceğine dair bir çözüm ortaya sunar. Ana akım görüşe göre hukuki uyuşmazlıklar tek taraflı iradesiyle var olan ve hukuk hizmetini tekel olarak idare eden bir kurum (devlet) tarafından çözülmelidir, uyuşmazlığın bir tarafında kendisi bulunsa bile! Hukuk hizmetinin rekabetçi bir ortamda verilmesi gerektiğini savunan anarko-kapitalistler ise bu temel özelliğiyle diğer görüşlerden ayrılır.

Anarko-kapitalizm, devletin bulunmadığı fakat hukuk ve güvenlik hizmetlerinin de sağlanmaya devam edildiği, hem ahlaki hem de faydacı bir düzeni savunur. Anarko-kapitalizmin iki aşamalı bir anlamı olduğunu söyleyebiliriz. İlki, kaos anlamına denk gelmeyen fakat tek taraflı ve zorunlu otoriteye karşı olmak anlamında ”anarko”. İkincisi ise kapitalizmin ifade ettiği özel mülkiyet ve sözleşme özgürlüğü. Böylece anarko-kapitalizm, devletin yokluğu halinde hukuk ve güvenlik hizmetlerinin özel kurumlar tarafından sağlanacağı alternatif bir siyasi organizasyon modeli sunar.

1) Anarko-Kapitalizm Görüşü Kime Aittir?

Gustave de Molinari’nin ”Serbest Piyasa ve Güvenlik” adlı kitabı anarko-kapitalizmin ilk olarak takdim edildiği kitaptır. Molinari’nin felsefi kavrayışı kendisini zorunlu olarak serbest piyasa anarşizmine çıkarır. Ona göre eğer serbest piyasa ve kâr odaklı üretim, bürokratik işletmelere göre daha faydalı ve verimliyse, o halde güvenlik hizmeti de serbest rekabete açılmalıdır.

Doğal bir yasa her yeri her zaman kapsamalıdır, yoksa geçersiz olur. …İktisadi yasaların tıpkı doğal yasalar gibi olduğunu düşünüyor ve yerçekimi yasasına inandığım kadar iş bölümü ilkesine de inanıyorum. …Şayet durum gerçekten de böyleyse, güvenlik üretimi serbest rekabet alanından çıkartılmamalıdır; eğer çıkartılırsa toplum bir bütün olarak zarara uğrar. Şayet değilse, iktisat biliminin dayandığı bütün temeller geçersizdir . (Molinari, 2016, s.30)

Böylelikle Molinari, diğer mal ve hizmetlerde olduğu gibi güvenlik hizmetinde de serbest piyasanın tekelci oluşumlara karşı üstün olduğunu a priori olarak kanıtlar.

1950’lerde ise Rothbard politik görüşünün serbest piyasa anarşizmi olduğunu söyler ve bu görüşünü anarko-kapitalizm olarak adlandırır. Sonrasında ise Rothbard, hukuk ve güvenlik hizmetlerini serbest piyasada nasıl verileceği Molinari’ye göre daha sistemli olarak açıklar ve böylece anarko-kapitalizmin kurucusu olarak anılır. Rothbard’ın ekonomi teorisi hocası Mises ile benzerlik gösterirken, devlet teorisinde ise özellikle Albert Jay Nock, Lysander Spooner ve Benjamin Tucker gibi bireyci anarşistlerden etkilenmiştir. Günümüzde ise Hans Hermann Hoppe, Walter Block, David Friedman ve Robert Murphy başlıca anarko-kapitalist teorisyenlerdir.

2) Anarko-Kapitalizm Siyasi Eksende Nerededir?

a. Anarşizm Mi, Liberalizm Mi?

Anarko-kapitalizmin politik eksendeki yeri; liberalizm geleneğinden mi olduğu yoksa anarşizme mi bağlı olduğu ise tartışmalıdır. Çünkü klasik liberal görüşte devlete karşı çıkılmaz. Devletin görevi hukuku ve güvenliği sağlamaktır. ”… klasik liberal teoride devlete karşı çıkılmaz. Yalnızca, insan hak ve hürriyetlerinin teminata bağlanması için devlet gücünün sınırlandırılması düşünülür. Devlet gücünün sınırlandırılması için de liberalizmin en etkin aracı hukuka bağlılıktır.”(Berzeg, 2019, s.112). Hatta liberteryen ideolojide yer alan Ayn Rand ve Robert Nozick de devleti gerekli görür. Mises’a göreyse devlet yaşam ve mülkiyetin koruyucusu olduğundan, sahip olduğumuz en önemli araçtır. “İnsan doğası böyle olduğu için devlet gerekli ve vazgeçilmez bir kurumdur. Devlet, doğru yönetildiği takdirde, toplumun, insan işbirliğinin ve medeniyetin temelidir. İnsanın mutluluğunu ve refahını arttırmaya yönelik çabalarında en faydalı ve en yararlı araçtır. Ancak sadece bir araç ve vasıtadır, nihai amaç değildir. Tanrı değildir. Sadece zorlama ve baskıdır; polis gücüdür.”(Mises, 2010, s.47). Hayek’e göre de devletin varlığı sosyal yaşamını devamı için gereklidir. ”Mises, devletsiz toplum idealinin imkansızlığına dikkat çekerek gerektiğinde zora başvurulmadığı takdirde toplumun varlığının tehlikeye gireceğine işaret eder. …Hayek için de sınırlı devletin vazgeçilmez olduğu görülür. Aynı şekilde… Rand ve Nozcik’in teorilerinde de devletin gerekliliği açıkça kabul edilir.”(Taner, 2010, s.148).

Anarko-kapitalistler ise devleti kaçınılması gereken kötülük olarak görür ve devleti, sürekli olarak insanların haklarına ihlal eden organize bir siyasi yapı olarak adlandırır. Her ne kadar devlet teorileri farklı da olsa, anarko-kapitalizm ve liberalizm, kapitalizm noktasında ortak görüşe sahiptirler. İnsanların meşru yollarla elde ettiği mallar üstündeki mülkiyet hakkını ve sözleşme özgürlüğünü her iki görüş de savunur. ”…liberal programı tek kelimeyle özetlemek gerekirse şudur: Mülkiyet, yani üretim araçlarının özel mülkiyete tabi olması. Liberalizmin diğer talepleri bu temel talepten neşet eder.” (Mises, 2016, s.60). Anarşizmde ise devlete yer olmadığı gibi hukuk ve güvenlik hizmetlerinin bir kurum tarafından verilmesine de gerek yoktur. Dahası, anarşist teorisyenlerin bazıları devletin olmadığı bir düzende ılımlı bir şekilde özel mülkiyetin varlığına işaret ederken, birçoğu ise özel mülkiyeti reddeder. Anarko-kapitalizm ise ortak mülkiyeti tamamen reddederek toprakta ve mallarda %100 özel mülkiyeti savunur. Bununla beraber hukuk ve güvenlik hizmetlerinin de yine özel mülkiyete bağlı ajanslar tarafından verilmesini savunur. Rothbard, anarko-kapitalizmi anarşizmle şöyle karşılaştırmıştır: ”Politik açıdan, Spooner-Tucker bireyci anarşizmden benim ayrıldığım iki nokta vardır. İlk olarak bireyci anarşist toplumda hukukun ve jüri sisteminin rolü söz konusudur. Spooner-Tucker her bireyin, serbest piyasa mahkemesinin, daha özelde de her bir serbest piyasa jürisinin yargısal kararlarında tamamen kendi başına hareket etmesine izin verilmesinin gereğine inanıyordu.” (Rothbard, 2019, s.242). Rotbard’ın, Spooner-Tucker’dan ayrıldığı bir diğer noktaysa, onun arazilerde de özel mülkiyeti savunmasıdır. Özetle anarko-kapitalizm özel mülkiyet ve sözleşme özgürlüğü görüşünü liberalizmden alırken, devlet karşıtlığını ise anarşizmden alır. Bu sebeple her iki politik eksende de yer alması mümkünken, çoğunlukla liberalizm geleneği altında konumlandırılır.

b. Sağ Mı, Sol Mu?

Birçok anarko-kapitalist kendini sağcı olarak adlandırır. Aslında bunun kendini düşman üzerinden tanımlamanın bir türü olduğu söylenebilir. Şöyle ki anarko-kapitalistlerin solcu olmadığı kesindir çünkü Marksizm, sosyalizm, komünizm, eşitlikçilik ve özel mülkiyete karşı olan her türlü düşünceye kökten karşıdırlar. Fakat kendilerini sağcı olarak adlandırmaları da bir o kadar yanlıştır. Her ne kadar bazı sağcılık özellikleri kapitalizm ve özgürlükle ilişkili gözükse de, anarko-kapitalistlerin veya liberteryenlerin hedeflerinden oldukça farklıdır. Rothbard, sağcı-liberal olarak bilinen Thatcher ve Reagan hakkında şöyle demişti (2012):

Maalesef yerel vergi durumu Thatcher rejiminin özelliğidir. Thatchercılık Reagancılığa çok benzemektedir: serbest piyasa söylemi devletçi özelliği maskelemektedir. …Bana öyle geliyor ki bir rejimin “serbest piyasa yanlısı” unvanını almasının minimum kriteri onun toplam harcamayı, genel vergi oranlarını ve gelirleri azaltması ve enflasyona yol açıcı para üretmeyi durdurması gerekecektir. Bu ılımlı kıstasa dayanarak bile onlarca yıldır hiçbir İngiliz veya Amerikan hükümeti bu vasfı kazanmaya yaklaşamamaktadır. (s.201)

ABD’deki Cumhuriyetçi Parti sağ olarak anılmasına rağmen birçok liberteryen, örneğin Ron Paul, özgürlüğün sağcılıkta veya solculukta olmadığını savunur. Hatta oldukça bilindik “Sağa karşı sol değil, devlete karşı sen!” diye liberteryen bir slogan dahi vardır. Öte taraftan Türkiye’deki sağcılık tanımı, ABD’deki sağcılık tanımına uymaz. Türkiye’deki sağcı partiler ekonomik olarak faizi 0’lamak ve sübvansiyonları artırmak üzerine politika yürütürken, kültürel olarak da Türk-İslam sentezini empoze etmeye çalışırlar. Böyle bakıldığında sağcılık ve solculuk tanımı ülkeden ülkeye ve zamandan zamana değişebilir.

Bu konu hakkında Walter Block, “Liberteryenizm benzersizdir; ne sağa ne de sola aittir” makalesinde şöyle söylüyor (2010):

Bu makale, liberteryen ekonomi politik felsefesinin benzersiz olduğu iddiasını savunmaktadır. Politik ekonomi yelpazesinin ne sağına ne de soluna aittir. Bu tez, liberteryenizmin aslında sol-feminist hareketin bir parçası olduğunu savunan sol liberteryenler Long, Konkin ve Holcombe’un görüşleriyle ve aynı şekilde liberteryenizmi sağ kanat muhafazakar hareketin kurucu bir unsuru olarak gören muhafazakar liberteryenler Hoppe ve Feser’in bakış açısıyla keskin bir tezat oluşturmaktadır.

3) Anarko-Kapitalistler Hangi Hukuk Görüşünü Savunurlar

a. Doğal Hukuk

Anarko-kapitalistler doğal hukuk anlayışını savunurlar ve insan haklarını temellendirmede bu görüşü esas alırlar. Doğal hukuk akıl tarafından tayin edilir. Dolayısıyla doğal hukuk tüm insanlar tarafından ortaktır ve bilinir. ”Doğal hukuk anlayışı, doğada her bir varlığın kendisine içkin bir doğası olduğu ve varlıkların doğalarına uygun hareket ettiği ve bunun da rasyonalist bir düzeni gerektirdiği görüşüne dayanır.” (Alıntılayan Yaman ve Tarhan, 2021, s.87). Doğal hukuk anlayışı, her zaman ve her yerde geçerli, objektif temel ilkeler olduğunu savunur. Doğal hukuk görüşünü bireysel anarşistler de paylaşır. Mülkiyet hakkının doğal bir hak olduğunu savunan Spooner’a göre (1870) ”Bir insanın doğal hakları tüm cihana karşı kendisine aittir ve bu haklara yapılan saldırı eşit derecede suçtur. İster bir adam tarafından yapılsın isterse milyonlar tarafından. İster kendisine soyguncu diyen bir adam tarafından yapılsın, isterse kendisine hükümet diyen milyonlar tarafından.” (s.8). Rothbard ve Hoppe da doğal hukuk geleneğindendir ve doğal hukukun evrensel ilkelerini haklılaştırmak için öz sahiplik ilkesine başvururlar. Bu ilkeye göre var olan tek hak kişinin kendisi üstündeki mülkiyet hakkıdır. Geri kalan tüm haklar bu mülkiyet hakkından türer.

b. Doğal Hukuk Pozitif Hukuku Zorunlu Olarak Dışlar Mı?

Doğal hukuk, pozitif hukuku zorunlu olarak dışlamaz; bir arada bulunabilirler ve hatta bulunmalıdırlar da. Bu durumu açıklamak adına, öncelikle Thomas Aquinas’ın hukuk düşüncesinin hiyerarşik sıralamasından yararlanıp “pozitif hukuku”, sonrasında ise “hukuki pozitivizmi” anlatacağım.

Aquinas’ın hukuk felsefesinde hiyerarşik olarak en tepede tanrının sonsuz bilgisini içeren Ölümsüz Yasa (Eternal Law) bulunur. Bu tanrının sonsuz bilgisini içerir ve insanlar bu bilgiye doğrudan ulaşamazlar. Ölümsüz Yasa; Kutsal Yasa (Divine Law) ve Doğal Hukuk (Natural Law) olarak ikiye ayrılır. İlki, tanrıdan bize aktarılan doğrudan bilgileri içerir ki bunlar vahiylerdir. İkincisi ise tanrı tarafından doğrudan iletilmeyen fakat tüm insanların her zaman her yerde ulaşabileceği bilgiyi içeren doğal hukuktur. Doğal hukukun alt basamağında ise doğal hukuktan türetilen pozitif hukuk vardır. “Aquinas gerçekten de pozitif hukukun geçerliliğini doğal hukuktan aldığını ileri sürer. Doğal hukuk öğretmenleri, kilise babalarından Kant’a kadar bir klişe olarak kalan bir versiyonda, pozitif hukukun tüm geçerliliğini doğal hukuktan aldığını, özünde, doğal yasanın salt bir yayılımı olduğu iddia edildi.” (Bayram, 2022, ss.36-37). Buraya kadar olan açıklamadan anlaşılması gereken doğal hukukun üstünde yer alan normların bulunabilirliği tartışması değil fakat metafiziksel bir dayanağı olan bir hukuki görüşün azami olarak doğal hukuku içermesidir.

Hukuki pozitivizme göre hukuk; egemen tarafından, yani yasa koyucu (devlet) tarafından yapılan ya da örf ve adet hukuku veya içtihat hukuku olarak kabul edilen normlarla eş anlamlıdır. Hukuki pozitivizm; hukuku ilahi emirlere, akla veya insan haklarına dayandırmaz. Bu bakımdan yasanın içeriği için etik bir gerekçe ya da yasaya itaat lehinde veya aleyhinde bir karar anlamına gelmez. Pozitivistler yasaları ahlaki bir kritere ya da adalete göre değil, yalnızca yasaların oluşturulma biçimlerine göre yargılarlar. Fakat yine de bir anarko-kapitalist hukuki pozitivizmi savunabilir, eğer serbest piyasada verilen bir hukuk hizmeti varsa, özel kurumun (egemen) koyacağı normlar hukuk olacaktır.

Bu, bir devlet için verilebilecek tek doğru tanımdır. Bu, gücün teritoryal limitlerine ilişkin salt keyfekeder bir biçimde verilmiş bir isimdir. …Bu yüzden eğer hukuk gerçekte şu tanımın ortaya koyduğu şekilde yalnızca ‘bir devletin üstün gücü tarafından salık verilen bir medeni davranış kuralı’ ise, bu tanımdan zorunlu bir netice olarak, hukukun muvakkaten bütünleşmiş ve başarılı biçimde uygulamaya konmuş güç ve iradeyle birebir anlamdaş olduğu ortaya çıkar.\

Bu tanım altında, hukuk hiç kimseye güvenlik, özgürlük, haklar veya mutluluk konusunda daimi bir biçimde garanti sunmaz. Olası tüm suç, zorbalık ve yanlışlara, hem hükümetler hem de bireyler nezdinde cevaz verir. Bu tanım çok açık şekilde keyfi güç tarafından icat edilmiş ve yalnızca onun amaçlarını örtbas etmeye yaramıştır. Bu yüzden biz böyle bir keyfi gücü reddetmeye ve bundan farklı bir durumu araştırmaya mecburuz…” (Spooner, 2022, ss.12-13)

Şu noktada “hukuki pozitivizm” ve “pozitif hukuk” birbirinden tamamen ayrı kavramları işaret eder. Doğal hukuku savunan birinin pozitif hukuku savunmasında bir zıtlık veya yanlışlık yoktur. Kaldı ki doğal hukuk bize sadece hakkın varlığını gösterirken, bunun ihlal edilmesi durumunda gerçekleştirilecek yaptırımın ve yargılama usulünün içermez. Örneğin satış sözleşmesi imzalayan taraflardan birinin sözleşmedeki yükümlülüklerini yerine getirmemesinin doğal hukuka aykırı olduğu söylenebilir. Peki bu durum nasıl ispat edilecek? Kişinin ödeme yaptığını kanıtlamak için karşı tarafın telefonunu kendisinin veya hukuk sağlayıcısının zorla açması gerekli midir? Eğer gerçekten ödemediyse yaptırımı ne olacak? Tazminat ödemesi mi gerekir yoksa cezai bir yaptırım mı uygulanmalıdır? Tazminatsa, bu tazminat tutarının ödenmesi için hangi yollar izlenmeli? Cezai yaptırımsa beden cezası mı verilmeli yoksa hapis cezası mı? Bu gibi yüzlerce soru sıralanabilir ve doğal hukuk bize ne yapılması gerektiği konusunda doğrudan yardım edemez. İnsanın doğal hukuku kaynak alarak, aklını kullanması, düşünmesi, örf ve adeti kullanması, nihayetinde de adil bir pozitif hukuk ortaya çıkartması gerekir.

Pozitif hukukun gerekli olduğu ve sözleşme özgürlüğünü kısıtlamakta adil olduğuna ilişkin şu 2 örnek verilebilir:

İnternetten yapılan alışverişlerde, hemen hemen kimsenin okumadığı bir “Mesafeli Satış Sözleşmesi” imzalanır. Tüketici, her ne kadar sözleşmeyi okuma imkanına sahipse de sadece kutucuğa basıp bunu onaylamak daha tercih edilir gelir. Bu durumda eğer sözleşmenin içerisinde tüketicinin tüm mal varlığını sonradan vazgeçme hakkı olmaksızın satıcıya devrettiğini içeren bir madde olsa ne olurdu? Bu gibi absürt durumları önlemek adına sözleşme özgürlüğünü pozitif bir hukuk ile sınırlamak adil olurdu ve böyle bir sözleşme imzalanmışsa kişinin bu sözleşmeden hiçbir yaptırıma uğramadan çekilebiliyor olması gerekirdi.

İnternet sitelerinde, herhangi bir internet sitesi tarafından kullanıcının kullanmış olduğu tarayıcıya bırakılan ve okunan bir tür tanımlama dosyasına çerez denir. Çerez dosyaları içerisinde kullanıcının oturum bilgileri, sayfada içerik tüketimi süresi, içerik tüketim alışkanlığı gibi çeşitli veriler saklanır. Çerezleri onaylamanız takdirde, kullandığınız cihazdaki tüm kişisel verileriniz (adres, telefon numarası, fotoğraflar vb.) karşı tarafın erişimine geçmez. Çerezlerin bu tür bilgileri kapsayacak şekilde ve kullanılan cihazdaki tüm kişisel verileri ulaşılabilir kılacak bir çerez politikası sözleşmesi de olamaz. Bu da doğal hukukun pozitif hukukla sınırlanmasının adil olduğu başka bir örnekti.

4) Anarko-Kapitalizmin Özgürlük Teorisi Nedir?

Anarko-kapitalizmin ana eksenini özgürlük oluşturur. Özellikle Rothbard’ın teorisinde özgürlük merkezdedir ve bir başlangıç noktasıdır. Rothbard, sosyal ve etik anlayışını temellendirmek için şu 2 kavramı kullanır: İnsanın kendisinin sahibi olması (self ownership) ve saldırmazlık aksiyomu (nonaggression axiom). Her halükarda diğer anarko-kapitalist siyasi temellendirmeler gayet tabii olabilir.

a. Öz Sahiplik

Bu ilkeye göre her insan kendi bedeninin sahibidir. Yani kişi, kendi bedeni üstünde mülkiyet hakkına sahiptir. Öncelikle mülkiyet kavramının ortaya çıkabilmesi için bir malın yenilenemez olması gerekir. Aksi halde her şey bedava olsaydı, yani bir malın aynı anda birden fazla kişi tarafından kullanılması o malı tüketmeseydi, mülkiyet kavramına ihtiyacımız olmazdı. Bunu açıklamak için Hoppe cennette olduğumuz varsayımını yapar. Eğer cennette sınırsız muz varsa, bir muzun kullanılması başka bir muzun kullanmasını etkilemediği ve gelecekteki muz tedarikini de azaltmadığı için hiçbir zaman muz kaynağımız bitmez ve muz üstünde mülkiyet hakkı oluşmazdı. O halde mülkiyet hakkının ortaya çıkması için bir kaynağın yenilenemez ve aynı anda başka kişiler tarafından kullanılmaya çalışıldığında bir çatışma olması gerekir. Bu ideal şartlar altında bile hala kıt kaynaklar vardır: kişinin kendi bedeni. ”Kişi bir eylemde bulunduğu, yani kendisi açısından daha az tatmin edici olarak algılayıp değerlendirdiği bir vaziyeti, bilerek ve isteyerek daha faydalı gibi görünen bir durumla değiştirmeye çalıştı sürece, bu faaliyet mecburen, kişinin bedeninin kullanımı ile ilgili tercih yapmasını gerektirecektir.” (Hoppe, 2016, s.32). Bir beden üstünde aynı anda farklı eylemler gerçekleştirilemediği, örneğin hem araba sürmek hem koşmak aynı anda yapılamayacağı için bir tercih yapılması gerekir ve yapılan tercih, alternatif tercihlerin aynı zaman diliminde yapılamayacağı anlamına gelir. O halde beden kıt bir kaynaktır ve mülkiyete tabi olmalıdır.

Beden üstünde mülkiyet hakkı var olduktan sonra şu soru sorulabilir: Var olan mülkiyet hakkını kim kullanacaktır? Bu kullanım için 3 alternatif söylenebilir. İlk ikisi toplumcu modellerdir. Ya herkes herkesin bedeni üstünde mülkiyet hakkı vardır ya da çoğunluğun azınlığın bedeni üstünde mülkiyet hakkı vardır. Bu toplumcu modeller anlaşmazlıkları çözmemize yardımcı olmaz, aksine anlaşmazlıkları daha da kötüleştirir. Eğer herkes herkesin bedeni üstüne mülkiyet hakkına sahipse, bir kişi, başka bir kişinin bedeni üstündeki mülkiyet hakkını tasarruf edebilir, böylelikle başkasının bedenini sahip olduğu pay kadar kullanabilir. Rothbard, herkesin birbirinin üstünde mülkiyet hakkının olduğu komünal modeli saçmalık olarak değerlendirdikten sonra, üçüncü alternatif olan her insanın kendi bedeni üstünde hakimiyeti olduğunu söyler. En basit anlatımla her birey kendi eli, ayağı, kolları, emeği ve zihninin sahibidir. Kısaca her insan kendi bedeni üstünde mutlak hak sahibidir. ”…her bireyin yaşamını sürdürebilmek ve inkişaf edebilmek için, düşünmesi, öğrenmesi, hayattaki amacını ve bu amaçlara ulaştıracak araçları seçmesi gereklidir. Kendi kendisinin sahibi olma hakkı, insana, bu hayati eylemleri cebri bir müdahaleye uğramaksızın yerine getirme imkanı sağlar.” (Alıntılayan Taner, 2010, s.102). Rothbard’a göre kişi bedeni üstündeki hakimiyetinden vazgeçmesi mümkün olmadığından, kendisini köle olarak satamaz. Block’a göreyse kişi kendi bedeni üstünde mülkiyet sahibi olduğundan bu hakimiyetinden vazgeçebilir ve kendisini köle olarak satabilir.

b. Saldırmazlık Aksiyomu

Bu ilke, öz sahiplik ilkesinin devamıdır. Saldırmazlık aksiyomuna göre her birey başkalarının haklarını ihlal etmediği sürece dilediğini yapabilir. Eğer haksız bir şekilde başkasının canına veya malına karşı saldırı düzenlenirse, o halde saldırıya uğrayan kişinin öz sahipliği tehlike altında demektir. Saldırıyı yapan kişi, başkasının öz sahiplik ilkesine karşı gelmiş ve kendisini hukuk sınırlarının dışında itmiştir. Bu durumda saldırıya uğrayan kişi meşru müdafaaya başvurup, kendini koruyabilir. Bununla beraber Rothbard’a göre sadece fiziksel güç kullanımını gerektiren durumlar başkalarının haklarını ihlal edebilir. Fiziksel zarar olmayan, fakat sadece ”zarar” olarak adlandırılabilecek davranışlar suçun varlığı için yeterli değildir. Örneğin A ve B’nin evlenecek olduğunu varsayalım. Evlenecekleri vakit C, A’yı evlenme fikrinden vazgeçirir. Bu durumda B bir zarara uğramıştır. Eğer fiziksel güç kullanılmayan fakat zarar ortaya çıkaran durumların suç olabileceği kabul edilirse C, B’nin uğradığı zararı tazmin etmelidir. Başka bir örnekte A, tıraş bıçağı satışında başarılı biri olsun. B ise daha kaliteli bir tıraş bıçağıyla piyasa girmiş olsun. Bu durumda B’nin piyasaya girişi, A’nın satışlarını etkileyeceği için doğal olarak A’nın mülkiyet hakkı ve sözleşme özgürlüğü etkilenir. Bu durumda açıktır ki B’nin piyasaya girişi, A’nın hiçbir hakkını ihlal etmediğinden, A’nın uğradığı zararın B tarafından tazmin ettirilmesi beklenemez. Son olarak Rothbard ve Block, toplumca gayri ahlaki bulunan ”mağdursuz suçların” başkalarının haklarını ihlal etmediği dolayısıyla cezalandırılmaması gerektiğinde hem fikirdirler.

c. Hayekyen Anarko-kapitalizm

Hayek; insan aklının, gelenek ve deneyimlerden bağımsız olarak sadece a priori akli ilkelere dayanarak tümdengelim metoduyla bir sosyal düzeninin kurumlarını baştan itibaren kurgulanabileceğine karşı çıkar. “Kendiliğinden düzenler, insan aklının hakim olamayacağı kadar karmaşıktırlar. Dolayısıyla böyle düzenler, ancak kendi dinamikleri tarafından oluşturulabilirler; tek bir merkezden manipüle edilerek meydana getirilemezler. …bir kendiliğinden düzen, belirli bir amaca dönük değildir. Onun temel fonksiyonu, çok sayıdaki bilinmeyen amaçların uyumlaştırılmasını sağlamaktır.” (Aktaş, 2018, s.82). Ona göre insanın sınırlı bilgisi ve kuralların uygulandığı sosyal düzenin karmaşıklığı, mevcut düzeni akli ilkelere göre restore edilmesine olanak vermez.

Ekonomi konusunda da serbest piyasadan yana olan Hayek, ekonomiyi bilinmez bir girişimcilik süreci olarak tarif eder. Genişletilmiş düzen adını verdiği toplumların bir arada kalmasını ve ekonomiyi sürdürülebilir kılmasını fiyatların bilgi parçaları taşıması olduğunu ve bunların adete topluma iletişim kanalı oluşturduğunu savunur. Kısacası Hayek, merkezi olmayan piyasaların ve fiyat sisteminin önemli bilgilerin ekonomi genelinde aktarılmasına yardımcı olduğuna inanmıştır.

Hayek, devletin var olduğu bir toplumsal düzen tasvir etmiş olsa da onun anarko-kapitalist bir yorumunun olması da mümkündür. Şöyle ki anarko-kapitalistlere göre devlet her zaman sömürü ve baskıyla doğmuş ve fetihlerle genişlemiştir. Bu yüzden devlet ne barışçıl ne de doğal bir kurumdur. Ek olarak, devletin varlığı zor kullanma gücüne dayandığından hukuk bir düzen sağlayıcı olmaktansa devletin keyfi kuralları olarak uygulanması mümkündür ve öyledir de. Şu durumda, rekabetin piyasalarda keşif ve yeniliği mümkün kılması gibi, serbest piyasada verilen hukuk hizmeti keşif ve yeniliği mümkün kılar. Hayek’in rekabet yoluyla keşfin önemine ilişkin tartışması göz önüne alınırsa, devletin hukuku merkezi olarak sağlaması gerektiği fikri sorgulanabilir.

Merkezi hukuk ve kolluk kuvvetleri, merkezi ekonomik planlamacılarınkine benzer bilgi ve hesap verebilirlik sorunlarıyla karşı karşıyadır. Görüldüğü gibi devlet, merkezi bir hukuk sistemi ile büyük ölçekteki toplulukları planlamaya çalışmaktadır. Fakat mal ve hizmetlerde olduğu gibi hukuk ve güvenlik hizmetleri de girişimciye ihtiyaç duyan bir keşif sürecini içinde barındırır. Daha adil ve faydacı hukuk kuralları, daha hızlı işleyen yargılama süreci, daha kapsamlı ve verimli güvenlik hizmeti bu piyasanın tercih edilme unsurlarıdır. Devlet, küçük bir grubun bir topluluk üzerindeki hakimiyetini sağlayan bir siyasal yapı olduğundan hemen hemen her zaman Hayekyen doğal düzenin tersine kararlar alır. Zira normları belirleyen devlet olduğundan, küçük bir grubun oluşturduğu merkezi hukuk sistemi tüm topluma dikte edilir. Hayek’e göre “…yargılama entelektüel bir faaliyettir. Yargıç, bir tür problemi çözmek gibi özgül bir duruma uygulanacak en uygun kuralı bulmaya çalışacaktır. …Onun görevi genel ve soyut kurallara göre tarafsız bir karar vermektir. Dolayısıyla yargıcın izleyeceği yöntem, kendini tamamen politikaya vermiş bir organizasyonun yöneticisinden farklıdır.” (Aktaş, 2018, s.161). Halbuki Hayek bu noktada büyük bir gerçeği kaçırır. Devlet hukuk tekelidir; hukuku tek taraflı olarak tayin eder, yargılama usulü ve sürecini kendisi belirler, sonuçta devlet tekel konumunda bir emir-komuta zincirini oluşturur.

“Memurların entelektüel ufukları hiyerarşi kademelerinden ve kanun, nizam ve talimatname metinlerinden ibaret kalmıştır. Memurların istikbali, amirlerinin lütfuna bağlanmıştır. Vazife esnasında veya hariçte, amirlerinin emri altından çıkamaz olmuşlardır. Bir memurun ve eşinin hususi hayatlarını dahi resmi makam derecesinin icaplarına göre ayarlamaları, ananevi bir kanun haline gelmiştir. Memurlar, iktidar mevkiinden bakanların siyasi fikirlerini benimsemekle mükellef tutulmuşlardır. Muhalif partilere müzaharet göstermelerine hemen hemen hiç imkan verilmemiştir.”(Mises, 2018 ,s.74).

Böyle bir ortamda hukukun bağımsızlığı sağlanamaz, anayasa ve kanunlar sadece birer kağıttan ibaret olduğundan, yazılı normdan farklı bir kuralı uygulatmak isteyen tek bir yönetici tüm adalet sistemini çökertmek için yeterlidir. Bu durum yasanın otoritesinin olduğu fakat gücünün olmadığı anlamına çıkabilir.

Sonuç olarak Hayek’in kendiliğinden doğan düzeni, bilgi teorisi ve girişimcilerin piyasayı keşfetmesinden yola çıkarak anarko-kapitalizme varması daha makul olurdu. Tıpkı farklı insanların genel olarak farklı malları veya yaşam tarzlarını tercih etmesi gibi, çeşitli toplum türleri ve yasalar seçilebilir ve çoğulcu bir anarko-kapitalist çerçeveye uygun olabilir.

5) Anarko-Kapitalizm Mülkiyet Hakkını Nasıl Meşrulaştırır?

Mülkiyet haklarına ilişkin 2 öncüllü bir adalet teorisi savunulabilir. Bu teorinin ilk basamağını öz sahiplik oluştururken, diğer basamağını kullanılmamış bir şeye/araziye kendi emeğini harcayan kişi o şey/arazi üzerinde mülkiyet hakkına sahip olması oluşturur.

İlk prensip, yani öz sahipliği ele alalım. Her insan kendi bedeni üzerinde hakimiyete sahiptir. Bir insanın eli, kolu, bacakları kendisine aittir. Yani, insanın kendi bedeni üstünde mutlak bir mülkiyet hakkı vardır. Bu hak, insanın kendi kendisini gerçekleştirme ve hayatını şekillendirmesinde tek söz sahibinin kendisinin olduğuna açıkça kanıtıdır. O halde her insan başkasının bedenine zarar vermeyecek şekilde dilediği gibi hareket edebilir.

İkinci prensip kullanılmayan bir şey/arazi üzerinde emek harcayan kişi, emek harcadığı şeyin sahibidir. Bir insanın bedeni kendisine ait olduğu gibi yine kendi emeği de kendisine aittir. O halde emeğini kattığı şey yani beden mülkiyetinin bir parçası olan emeği, sahipsiz bir şeye/araziye katan kişi onun mülkiyetine katmış olur. Bu sebeple, dünya üzerindeki araziler/şeyler bir insan onların üstünde hakimiyet kurana sahipsizdir.

Bu adalet teorisine göre doğada sahipsiz bir geyiği avlayan kişi, o etin sahibi olmuştur. Vahşi bir atı evcilleştiren kişi yine o atın sahibi olmuştur. Bu şekilde mülkiyet kazanımı, toprak üzerinde de geçerlidir. Boş bir araziyi eken kişi, hem arazinin hem de ektiği ürünlerin sahibidir. Mülkiyet kazanımının olmadığı, dünyadaki herkesin o toprak üstünde hakkının olduğunun iddia edilmesi ise saçmadır. Kişi emeğinin ürünlerini kendisi hak etmeyecekse, kim hak edecektir? Yeni doğan Pakistanlı bir bebeğin, Rize’deki çay bahçeleri üzerinde, toprağın bütün herkese ait olduğunu iddia ederek paylı mülkiyet talep etmesinin gerekçesini anlayabilmek zordur.

6) Anarko-Kapitalizmin Devlet Teorisi Nasıldır?

Anarko-kapitalizmin devlet teorisi anarşizmle benzerdir. ”Devlet (Sürekli, kurumsallaşmış mülkiyet hakkı ihlalleri ve istismarına karışabilecek bir ajans), özel mülk sahipleri üstünde kamulaştırma, vergilendirme ve düzenleme biçimindeki zorlama yetkilerinin bölgesel tekelidir.” (Hoppe, 2010). Devlet tamamen bir şiddet aracı olarak görülür ve hiçbir ahlaki temelle savunulamaz. Şiddet aracı olarak görülmesinin nedeniyse devletin varlığının ve gelirinin tek taraflı zorlamaya dayanmasıdır.

Devletin 2 tane ayırt edici özelliği vardır: Belirli topraklar üzerinde şiddet tekeli olması ve gelirini zorla elde etmesidir. Anayasa, devletin şiddet tekeli olmasına hizmet ederken; devlet de gelirlerini vergi veya enflasyonla (=kredi genişlemesi) elde eder. Genel olarak anarşistler devleti hedef alırken vergiden yola çıksa da günümüzde (o zamanlar için daha az bir şekilde) devlet kendini enflasyonla da finanse etmektedir. Vergi, bir kişinin parasını cebir tehdidiyle almakken, kredi genişlemesi ise kalpazanlıktır. Bu yüzden devletin varlığı doğal hukuka ve insanın kendi üstündeki hakimiyetine orantısız bir aykırılık teşkil eder.

“Modern entelektüellere kalan en tiksindirici fedakârlık kalıntısı, insan toplumunun normal ve gerekli bir parçası olarak, insanın kurban edilmesini ve kaba kuvveti teorik olarak benimseyip insanlar arasında kurbanlık ve zorunluluk gerektirmeyen bir ortak yaşam ve ortak çalışma ihtimalini hesaba katmaya reddetmeleridir. … Bazı insanların başkalarına karşı fiziksel kuvvet kullanmasının düzenli bir toplumun uygun bir parçası olduğuna inanıldığı sürece nefret, şiddet vahşet, yıkım, kıyım ve ilkel çete savaşları yapılabilecek ve yapılacak tek şey olur. …Her ne surette olursa olsun münferit bireylere karşı fiziksel güç kullanımını onaylayan bir toplumsal düzeni öneren veya destekleyen biri asla kendini barış taraftarı olarak lanse etmesin.”(Rand, 2021, ss.65-66)

Amerikalı bireyci anarşist Lysander Spooner bu durumu şöyle açıklamaktadır: ”Eğer rızası dışında vergi almak suç değilse, o halde hırsızların soygunlarını legalize etmek için yapmaları gereken tek şey, kendilerine hükümet adını vermeleridir.” Burada anarko-kapitalizm doğal hukuka bağlı kalarak, devletin aynı eylemi gerçekleştirmesini ikili bir standarda koymaz. ”Devlet suç tekeli iddia eder ve uygular. …O özel cinayeti yasaklarken kendisi muazzam bir ölçekte cinayeti organize eder. Özel hırsızlığı yasaklar ama kendisi, ister vatandaşın isterse yabancının mülkiyeti olsun, istediği her şeye vicdansızca el koyar.” (Alıntılayan Rothbard, 2019 ,s.89).

Başka bireyler ve kurumlar gelir elde edebilmek için gönüllü bir şekilde ticaret yapmak zorundayken, devlet kendi gelirini cebir yoluyla ve silah kullanarak elde eder. Siyasal yöneticiler vergiyle veya enflasyon aracılığıyla üretken kişilerin paralarına kendilerine veya başkalarına, yani üretken olmayıp başkalarının üstünde bir parazit gibi yaşayan kişilere aktarır. Fakat devlet, bu hırsızlıktan dolayı cezalandırılmaz. ”…yasallaşmış bir soygundan kazançlı çıkan insanlar soygun fiilinden sorumlu tutulmazlar. Bunun sorumlusu hukuk, kanun yapıcı ve toplumun kendisidir.”(Bastiat, 2017, s.33). Yine benzer savunuyu yapan Bastiat’a göre (2017):”Ne var ki hukuk her zaman soygunu cezalandırmaz, bazen de kendisi soygunu savunur, hatta ona iştirak eder. …Bazen hukuk tüm yargı, polis, hapishane ve jandarma aygıtını soyguncuların hizmetine tahsis edebildiği gibi, kendini savunan gerçek mağduru da suçlu konumuna getirir.” (s.27). Hırsızlığın ne zaman ortaya çıkacağı belli değildir ve seyrek olur. Devlet ise vergilendirmeyle özel mülkiyetin yağmalanmasını sistemleştirir.

Spooner, İhanet Yok kitabında devleti bir eşkıyaya benzetir. Fakat bir eşkıyanın devlete göre daha adil ve dürüst olduğunu anlatır (1870):

”Vergi ödemenin zorunlu olması, elbette ki herkesin anayasayı gönüllü olarak desteklediğine kanıt olamaz.

Şu bir gerçek ki anayasamızın teorisine göre bütün vergiler gönüllü olarak ödeniyor ve hükümetimiz, halkın gönüllü olarak girdiği karşılıklı bir sigorta şirketidir. Her insan özgür bir şekilde, gönüllü olarak anayasanın tarafları olan herkes ile tıpkı diğer sigorta şirketlerine ödediği gibi ödediği kadar koruma alma karşılığında sözleşme yapmış ve tıpkı korunması için vergi ödemeyi seçmekte özgür olduğu kadar, vergi ödemeyip korunmamayı seçmekte de bir o kadar özgürdür.

Fakat devletimizin bu teorisi, pratik gerçeklikle hiç uyuşmamaktadır. Gerçekte şu ki, devletin aynı bir eşkıya gibi diğer insanlara söylediği şey: ‘Ya paranız ya canınız’. Ve tümü değilse de çoğu vergiyi bu tehdit altında ödetmektedir.

Devlet tabii ki de ücra bir yolda insanın karşısına çıkıp, silahı başına doğrultup kesesini boşaltmıyor. Fakat soygun yine de soygundur ve böyle olmaması çok daha utanç doludur.

Eşkıya yaptığı hareketin tehlikesini ve işlediği suçun sorumluluğunu yalnızca kendisi üstlenir. O, sizin paranız üzerinde herhangi bir haklı iddiası varmış gibi ya da kendi çıkarınız için kullanmak istiyormuş gibi davranmaz. O bir soyguncu değilmiş gibi davranmaz. O, sadece bir koruyucudan ibaret olduğunu iddia edecek kadar yüzsüz değildir. Veya kendisini koruyabilecek durumdaymış gibi hisseden ya da onun koruma hizmetinden memnun olmayan insanların parasını onların rızası dışında, sadece şu aklı başına olmayan yolculara koruma sağlamak amacıyla el koymaz. O, bu tür işlere kalkışamayacak kadar duyarlı bir adamdır. Dahası, paranı aldıktan sonra seni yalnız bırakır, tam da istediğin gibi. Rızan dışında seni yolda takip etmeye devam etmez, rızan dışında sana koruma sağladığı için senin üstünde haklı olarak egemen olduğunu varsaymaz. Sana boyun eğmeni ve itaat etmeni emrederek ‘korumaya’ devam etmez. Sana bazı şeyleri yapmaya zorlamaz veya bazı şeyleri yapmanı yasaklamaz. Seni, kendi keyfi veya çıkarları için istediği kadar soyup da adını isyancıya, haine veya vatanına düşmana çıkarmaz. Otoritesini reddedersen veya taleplerine karşı direnirsen, seni acımasızca kurşunlamaz. O, bu tür sahtekarlıklarla, hakaretlerle ve şeytanlıklarla suçlanamayacak kadar centilmen bir adamdır. Kısacası, eşkıya sizi soyduktan sonra kölesi veya kuklası yapmaya kalkışmaz.

Kendilerine ‘devlet’ adı veren soyguncu ve katillerin davranışları, yol kesen bir eşkıyayla tamamen zıttır.

Öncelikle onlar, eşkıyanın yaptığı gibi kendilerini bireysel olarak tanıtmazlar veya kendi hareketlerinin sorumluluğunu bireysel olarak üstlenmezler. Tam aksine, kendilerini kapalı oy ile gizleyerek, kendileri adına soygun yapacak birkaç kişiyi tayin ettiler. Böylelikle kendilerini pratik olarak sakladılar. Tayin edilen kişiye şöyle dediler:

A ve B’ye gidip ‘devletin’ onların malını ve canını korumak için daha fazla paraya ihtiyacı olduğunu bildir. Eğer onu korumamız için bizimle hiçbir kontrata girmediğini ve korumamızı istemediğini söylerse; ona, bunun onun değil bizim işimiz olduğunu söyle. Onu, o istese de istemese de korumayı seçtiğimizi ve korumamız karşılığında ücret talep ettiğimizi söyle. Eğer olur da bireylerin kim olduğunu, kendilerine ”devlet” adı verenlerin, ona rızası dışında ona koruma sağlamak amacıyla ücret talep edenlerle, hiçbir zaman bir kontrata girmediğini söylerse; bunun da onun değil, bizim işimiz olduğunu söyle. Kendimizi bireysel olarak tanıtmak istemediğimizi, gizli oy ile kendi temsilcimizi sana taleplerimizi iletmesi için gönderdiğimizi ve eğer taleplerimize boyun eğerse, ona yıl boyunca benzer bir talebimizin olmayacağını güvence edecek bir fatura vereceğimizi söyle. Eğer boyun eğmeyi reddederse, hem taleplerimizin karşılığı hem de sana çıkardığı masrafları ve baş ağrısını karşılayacak kadar mülküne el koy ve sat. Eğer ki mülküne el koyulmasına karşı direnirse, sana yardım etmesi için etrafındakilerden yardım iste. Şüphesiz ki bazıları bizim grubumuzun üyelerinden olacaktır. Mülküne el koyulmasına karşı direniş gösterirken, sana yardım eden grubumuzun üyelerinden birini öldürürse, bütün tehlikelere rağmen onu ele geçirin. Onu, bizim mahkemelerin birinde cinayetle suçlayın, mahkûm edin ve onu asın. Eğer olur da komşularından veya onun gibi taleplerimize direniş gösterebileceklerden birilerini çağırırsa ve onun yardımına gelenlerin sayısı çok fazlaysa; hepsinin isyancı ve hain olduğunu, vatanımızın tehlikede olduğunu haykır. İşe aldığımız katillerin komutanını ara. Ona, isyanı bastırmasını ve ne pahasına olursa olsun ‘vatanımızı kurtarmasını’ söyle. Onlar gibi yüzlerce ve binlercesini öldürmesini söyle. Böylelikle onlar gibi taleplerimize direniş gösterecek kişilere terör salmış ol. Cinayet işi tamamen tamamlandıktan sonra, bir daha böyle bir sorunla karşılaşmayacağımızı söyle. O hainlere gücümüzü ve kararlılığımızın dersini verdikten sonra, artık yıllar boyunca itaatkâr iyi vatandaşlar olacaklardır ve vergilerini neden veya nereye diye sormadan ödeyeceklerdir.

İşte böyle bir baskı altında, vergiler sözde ‘gönüllü’ olarak ödenmektedir. Artık insanların vergi ödediğini kanıtlamak, onların ‘devleti’ desteklediklerine kanıt olamaz.” (ss.12-13).

Böylelikle anarko-kapitalizm devlet teorisinde anarşizmle aynı görüşü paylaşır ve devletin sözleşmeye veya rızaya dayandığı fikrini reddeder. ”Devlet asla bir toplum sözleşmesiyle yaratılmış değildir; her zaman fetih ve sömürüyle doğmuştur.” (Rothbard, 2019, s.89). Gerçekten de hiçbir devlet şu ana kadar kimseye bir sözleşme sunmamıştır. Bunun nedeni; yağmacı sınıfın böyle bir teklifi hiçbir kimseye kabul ettiremeyecek olmasıdır. Kimse tanımadığı kişilere kendi yaşamı üstünde söz sahibi olması için yetki vermeyeceği gibi, gelirini hayatı boyunca da başkasına ödemek istemeyecektir. ”Rothbard, Hayek gibi klasik liberallerin öngörüsünde olduğu gibi, insanlık tarihinin hiçbir döneminde, insan hak ve özgürlüklerini korumak amacıyla devlet diye bir kurum oluşturulmadığını, saldırgan müdahale ve işgaller kullanarak bu güç tekelinin elde edildiğini öne sürer.” (Taner, 2010, s.141). Eğer kişi, hukuk ve güvenlik hizmeti istiyorsa, bunu diğer tüm mal ve hizmetlerde olduğu gibi gönüllü olarak satın alabilir. Bir başkasına, onun rızası dışında parasına el koyarak ona koruma sağlanması gerektiğini savunmak, bir kişiye yine onun rızası dışında parasına el konularak yiyecek ve kıyafet alınması kadar saçmadır.

Eğer halkın önemli bir kısmı Anayasa’nın iyi olduğuna inanıyorsa, neden olur da Anayasa’yı kendileri imzalamıyor ve (kendilerine müdahale etmeyen) diğer tüm insanları rahat bırakarak, birbirleri için yasalar yapıp birbirlerini yönetmiyorlar? Kendileri daha Anayasa’yı deneyimlemeden, hangi yüzle başkalarına dayatmaya ya da hatta tavsiye etmeye çalışıyorlar? Böylesine saçma ve tutarsız bir davranışın nedeni, Anayasa’yı yalnızca kendilerine ya da başkalarına sağlayabileceği herhangi bir dürüst ya da meşru yarar için değil, başkalarının ve mülklerinin üzerinde kendilerine sağladığı dürüst olmayan ve gayrimeşru güç için istemelerinden kaynaklanıyor. (Spooner, 1870).

Devlet ortaya çıktıktan sonra, hakim grubun yönetimi nasıl sürdürecekleri problemi ortaya çıkar. Devletin varlığını devam ettirebilmesi için, monarşi ve demokrasi fark etmez, halkın çoğunluğunun desteğini kazanmalıdır. ”…tiranların bütün çabalarını güçlerini artırmak adına halkını kendilerine yönelik sadece itaat ve esaret içinde değil ayrıca tapınma içinde eğitmeye adamaları her daim geçerli olmuştur.” (Boetie, 2020, s.45). Fakat insanlardan aktif bir destek beklenmez. Pasif olarak devletin varlığını onaylamaları yeterlidir. Mutlak monarşilerde devletin meşruiyetini sağlayan şey gelenektir. Bu durumda itaatin temel nedeni alışkanlıktır. Bir devlet ne kadar uzun süre ayakta kaldıysa, geleneği o kadar güçlü olmuştur. ”Kilise ile devletin birliği bu ideolojik aygıtların en eski ve en başarılı olanlarından biridir. Hükümdar ya tanrı tarafından kutsanmıştı ya da birçok Doğu despotizminin mutlak yönetimi durumunda tanrının kendisiydi; bundan dolayı da, onun yönetimine direniş küfür olurdu.” (Rothbard, 2019, s.94). Bugünkü çağda ise dinin yerini bilim alırken, devletin meşruiyetini sağlayan şey ise demokrasi olmuştur. Böylece bireylerin hayatları üstündeki hakimiyeti ve mülkiyet hakları, çoğunluğun oylamasına sunulmuştur. Spooner, hiçbir kimsenin bir başkası üstünde hakkı olmadığını ve bir kimsenin başka bir kimseyi soyması veya yaralaması için yetki veremeyeceğini söyleyerek, devletin meşruiyetine karşı çıkar. Aynı şekilde öz sahipliğe dayanan doğal hukuk görüşü de bir başkasına karşı haksız bir saldırıda bulunamayacağımızı söyler.

”Devletin yönetiminin artık ulturabilimsel olduğu, uzmanların planlamasına dayandığı ilan edilmektedir… Bilimsel jargonun gitgide daha fazla kullanılması, devletin aydınlarının devletin hükümranlığı için gerçeğin üstünü örten gerekçeler uydurmalarına imkan vermiştir… Yaptığı soygunu, harcamalarıyla perakende ticareti canlandırmak suretiyle gerçekten de soygunun kurbanlarına yardım ettiğini söyleyerek haklı gösteren soyguncu, pek bir taraftar bulamazdı; ama Keynesyen denklemlerle ve ‘çoğaltan etkisi’ne yapılan etkileyici atıflarla süslenince bu teori ne yazık ki daha ikna edici hale gelmektedir.”(Rothbard, 2019, s.98).

Anarko-kapitalizmin saltanata dayanmaması sebebiyle mutlak monarşiden çok demokrasiye benzetilmesi oldukça yanlıştır. Anarko-kapitalistler siyasi organizasyonları özel mülkiyete uygunluğuna göre yorumlar ve bu bakımdan demokrasi, devlet aygıtını kontrol etme ve devletin gelirlerini kullanma yetkisini seçilebildiği takdirde herkese sunduğundan yumuşak bir komünizmdir.

Yaygın inancın tersine, demokratik bir anayasa benimsenmesinin özgürlük veya adaletle hiçbir alakası yoktur. Çoğunluk egemenliği fikrinin iç çelişkilerle bu derece dolu olmasının neredeyse tamamen göz ardı edilmesi, sadece, demokrasinin modern politikada kutsal inek haline gelmesi gerçeği ile açıklanabilir. (Hoppe, 2016, s.220).\

Demokrasi soygunu azaltmak bir kenara, hak ihlallerini daha da çok artırmıştır. ”Bastiat, yasal yağmanın oy hakkının yayılmasıyla birlikte toplumdaki tüm çıkar gruplarına sirayet edeceğini ve organize hale geleceğini belirtir. Bu sistem öncesi hırsızlık sayılan ve küçük bir grup tarafından yapılan davranışlar artık hukuk aracılığıyla ve toplumun büyük çoğunluğu tarafından yapılmaya başlanacaktır. Bu sayede hırsızlık bir yandan meşrulaşırken diğer yandan da çoğunluğun aynı suçu birlikte işlemeleri sebebiyle sıradanlaşır” (Kalkan, 2016, s.168). Bu sebeple aslında hala kilise-devlet koalisyonu yok olmamış, sadece şekil değiştirmiştir. Aradaki tek fark; devleti büyük iş grupları oluştururken, kiliseyi ise devletçi ve seküler entelektüeller oluşturmaktadır. Entelektüellerin hayati görevi; devletin kutsal, iyi veya en azından kaçınılmaz olarak var olması gereken bir kurum olarak halka anlatmaktır. ”Basitçe söylemek gerekirse, aydının geçimi serbest piyasada hiçbir zaman garanti değildir. Aydının insan kitlelerinin değer ve tercihlerine bağımlı olması kaçınılmazdır; kitlelerin karakteristik özelliği ise, genellikle entelektüel meselelere ilgi duymamasıdır. Oysa devlet, entelektüellere devlet aygıtı içinde güvenli ve sürekli bir mevki sunmaya heveslidir. Zira entelektüeller, artık bir parçası haline geldikleri devletin yöneticileri için yerine getirdikleri önemli fonksiyon karşılığında, cömertçe ödüllendirileceklerdir.” (Rothbard, 2019, s.92). Bu durumda devlet ve entelektüeller arasında güçlü bir bağlantı vardır. Devletin suçlarını örtmek için teoriler geliştirmelidir. Böylece parayı yeniden dağıtmanın adı vergi ve para politikası, ekonomiyi iyileştirmek ve fakirlere yardım etmek; kişiyi hürriyetinden alıkoyma suçu yerine zorunlu askerlik —zorunlu askerlik olmasa bile olağanüstü durumlarda zorunlu olarak askerliğe alınma- ve zorunlu eğitim; bir başkasının hayatı üstünde hak iddia edip oylamaya sunulması da basit bir şekilde demokrasi ve halk iradesi olmuştur. Bu yüzden devletler öncelikle eğitim sistemini kendi ellerine alma ihtiyacı duymuşlardır. ”(devlet) Ya eğitim kurumlarını doğrudan kendisi işletir, ya da bu tip kurumların özel kesimlerce işletilmesini devlet lisansı verilmesi şartına bağlayarak dolayı olarak kontrol eder, böylelikle de bunların, devletçe sunulan ve önceden belirlenmiş yönetmelikler çerçevesinde işletildikleri garanti edilmiş olur. Sürekli olarak genişletilen zorunlu eğitim süresi ile birlikte, bu durum, insanların düşüncelerini etkileyen farklı ideolojiler arasındaki rekabette devlete devasa bir avantaj sağlamaktadır.” (Hoppe, 2016, s.213). Kitlesel eğitimden sonra artık insanlar başkaları üstünde ”politika” adı altında hak iddia etmeye hazırdırlar. Devletin yönetimi ele geçirildiği sürece başkalarının hayatları üstünde tasarruf edilebildiği gibi mülkiyetlerinin de dilendiği kadar yağmalanabileceği herkesçe öğrenilmiştir. Böylece devlet insanları gönüllü olarak işbirliği yapmaktan alıkoyması çoğunluk tarafından desteklenir.

”Sivil toplumun düşmanı bireysel özgürlükler değil, devlettir. Devlet bizi birleştiren bağları kopartıp atar, çünkü yetkileri ve kaynakları elinde toplar ve merkezileştirir; zamanımızdan, paramızdan ve şefkatimizden taleplerde bulunarak bireysel sadakatimizi zayıflatır.” (Ashford, 2015, s.16)\

Devletler dünya üstünde görülmemiş katliamlar yapmıştır. Köle ticareti, Kızılderili soykırımları, 1.Dünya Savaşı, 2.Dünya Savaşı, Holokost, Katyn Katliamı, Hiroşima ve Nagasaki’ye atılan atom bombası, Vietnam Savaşı… Bu katliamlara rağmen barışın koruyucusu yine devlet göre çağrılmıştır. Devletlerin saldırganlığına karşı en etkili korunma yöntemi olan bireysel silahlanmanın önüne de kanunlarla geçilmiştir. Görüldüğü üzere devletlerin (kral veya politikacı fark etmez) sicilleri ne kadar kötü olursa olsun halk, kendi özgürlüklerini ve mülkiyetini devlete devretmeye çoktan hazırdır. İnsanların kendi haklarından bu kadar kolayca vazgeçmesi, devlet eğitiminin, devletin varlığını sürdürmesinde ne kadar başarılı olduğunun açık bir kanıtıdır. Fakat ekonomik müdahaleciliği haklı çıkarmak için dillendirilen sözde piyasa başarısızlığı, devletlerin 20. yüzyılda 110 milyondan fazla ölüm, 250 milyona yakın sakatlık meydana getirmesine rağmen hiçbir zaman devlet başarısızlığı sayılmamış ve devletin başka siyasi organizasyonlarla değiştirilmesi düşünülmemiştir.

Devletin iç çelişkileri bu kadarla sınırlı kalmaz. İddia edilene göre devlet; kamu yararı için çalışan ve insanların haklarını koruyan bir kurumdur. Fakat gerçekte devlet, öncelikle kendi varlığını devam ettirmek isteyen ve kendi varlığını devam ettirmek için kendisine bağlı bir yığın oluşturmak isteyen parazittir. Bu argümanın temellendirilmesi ise oldukça kolaydır. Rothbard bunu çok basit bir soru sorarak cevaplar:

Devlet en fazla hangi suç tiplerini takip eder ve cezalandırır, vatandaşlara karşı olan mı, yoksa kendisine karşı olanları mı? Devletin lügatindeki en ölümcül suçlar, kişilik veya mülkiyet haklarının ihlalleri değildir; hemen hemen her zaman bu suçlar vatana ihanet, bir askerin düşman saflarına katılması, askere gitmemek, yıkıcılık ve komplo, yöneticilere suikast ve devlete karşı ekonomik suçlar —örneğin, kalpazanlık, gelir vergisi kaçırma- gibi devletin kendi rahatına yönelik tehditlerdir. Olmazsa, bir polise saldırıda bulunan bir kişinin takibi için harcanan gayret derecesini, devletin sıradan bir vatandaşa yönelen saldırıya verdiği önlemle karşılaştırınız. Ama ne gariptir ki, devletin halka karşı kendisini savunmaya açıkça verdiği önceliği, devletin öne sürülen varlık nedeni ile bağdaşmaz bulan kimse çok azdır.” (Rothbard, 2019, s.111).\

Kamu hukuk ile özel hukuk arasında da kamu hukuku lehine olan tehlikeli bir durum vardır. Devlet şiddet kullanma tekeline zaten sahipken, bir de kendi hukukunu normal vatandaşlarınkine üstün tutar. Örneğin özel mülkiyete ait bir malın çalındıktan sonra dava edilmesi, hak düşürücü süreye tabiyken, kamu mülkiyetine ait bir malın zarar görmesi durumunda ise hak düşürücü süre yoktur ve her zaman dava edilebilir. Dahası, hukuktaki bu ikilem, devlet yetkililerinin cezalandırılması noktasında var olmaya devam eder. ”Bu çete —devleti oluşturan sömürücüler- cezalandırılmadan neredeyse muaftır. Onun en kötü zorbalıklarında, doğrudan doğruya özel kâr için olanlarında bile, bizim kanunlarımıza tabi hiçbir ceza taşımazlar. Cumhuriyetin ilk günlerinden beri, onun üyelerinin en fazla birkaç düzinesi görevden uzaklaştırılmış ve sadece birkaç önemsiz mensubu hapishaneye gönderilmiştir. Devletin zorbalıklarına karşı çıkmak için Atlanta’da ve Leavenworth’ta oturan kişilerin sayısı, her zaman kendi kazançları uğruna vergi mükelleflerine baskı yaptığı için mahkum edilen devlet memurlarının sayısından on kat daha büyük olmuştur.” (Alıntılayan Rothbard, 2019, s.111).

Anarko-kapitalist görüşe göre devletin sınırlandırılması mümkün değildir. Çünkü devlet kendi varlığını hiçbir sözleşmeye bağlı olmadan zorunlu olarak dayatmaktadır. Hatta devletin varlığı, hukuk ve güvenlik hizmetlerinin verilmesi için tek yol olsa bile devletin sınırlandırılması söz konusu olamaz. Devletin sınırlandırılması için anayasa önemli bir araç olarak görülmüştür. Fakat devlet kendi kendisinin yasa koyucusu, savcısı, hakimi, kısaca kendi kendisinin hukuk tekelidir. ”Devletin cebri gücü laissez faireci liberallerin çok fazla önemsediği sınırları ne kadar geçerse devlet aygıtına yön veren iktidar sınıfının elde ettiği güç ve servette o kadar artmaktadır. Bu nedenle, devlet seçkinlerinin devlete çizilen sınırları içinde kalmalarını beklemek boşunadır.” (Taner, 2010, s.158). Dahası, devletin üstünde çok fazla çıkar grubu bulunduğu için devletin genişlemesi gerçekten de ”hukuk” adı altında olabilir. Ve tarih bize devletin sürekli genişlediğini kanıtlar niteliktedir. 1800’lerin ilk yarısında yaşayan Bastiat, o dönem için bir tehdit olarak gördüğü devletin yetkilerinin genişlemesi hakkında endişelidir. ”Yasal soygun çeşitli şekillerde yapılır. Çünkü soygunu organize eden plan ve programlar çok çeşitlidir. Gümrük vergileri, tarife dışı korumalar, sübvansiyonlar, teşvikler, artan oranlı vergiler, devlet okulları, iş güvencesi, kâr güvencesi, asgari ücret, faizsiz kredi, yoksullara yardım vb. İşte yasal soyguna vücut veren tüm bu plan ve programlar son tahlilde sosyalizmi oluşturur.” (Bastiat, 2017, s.28). Bastiat’ın yasal soygun olarak adlandırdığı bu programlar o kadar normalleşmiştir ki, bunların olmaması durumu garipsenir olmuştur. Buna, dünya tarihinde ilk defa kendini anarko-kapitalist olarak adlandıran, merkez bankasını ve bakanlıkları kaldırmak için politika yürütecek olan Javier Milei’nin poltikacılar, akademisyenler ve medya tarafından ırkçı ve otoriter anlamında aşırı-sağcı olarak nitelendirilmesi örnek verilebilir.

7) Anarko-Kapitalistler Neden Hukuk ve Güvenlik Hizmetlerinin Serbest Piyasaya Açılmasını Destekler?

Anarko-kapitalizm, her ne kadar çoğunlukla öz sahipliğe dayanarak ahlaki olarak savunulsa da, aynı zamanda faydacı bakış açısından da oldukça verimlidir. Tekellerin kötü olduğu ekonomistler arasında nerdeyse evrensel olarak kabul edilir. Tekeller üretici açısından değil, fakat tüketici açısından kötüdür. Her üretici tekel ayrıcalığına ulaşmak ister. Benzer şekilde gözden kaçırılan evrensel bir şey varsa o da devletin hukuk ve güvenlikte tekel olduğudur. Rekabet yasalarıyla devletin tekellerin önüne geçilmesi için uğraşılırken, gerçek ve en büyük tekeli devlet oluşturmaktadır. Devletin tekel olmasından kaynaklı olarak piyasaya giriş (hukuk ve güvenlik) yasaktır. Bu sebeple her tekelden beklenildiği gibi, tekel imtiyazını sahip olarak üstlendiği görevleri olabilecek en pahalı ve yine olabilecek en düşük kalitede vermesi beklenmelidir. Daha kötüsü devlet, diğer tekellerden farklı olarak gelirini barışçıl yollardan değil de zor kullanarak, vergiyle sağlar. Bu yüzden devlet, herhangi bir mal üretimi yapan tekelden çok daha kötü bir hizmet kalitesine sahiptir. Gelirini vergiyle karşıladığı için devlet özel mülkiyete sahip değildir ve bunun getirisi olarak kâr veya zarar mantığıyla işleyemez. Devletin kâr ve zarardan muaf olması, onun üreteceği hizmetlerde kullanıcıların istekleri bilmesini imkânsızlaştıracaktır. Bu sebeple anayasası ve kanunları nasıl olursa olsun, o yasanın getireceği kâr ve zarar bilenemeyeceği için koyulan her kural keyfidir. ”Bir polise ve bir hakime mi ihtiyacımız var, yoksa her birinden 100.000’er adet mi? Aylık ücretleri 100 dolar mı olsun 10.000 dolar mı? Sayıları ne olursa olsun, var olan polisler yollarda devriye gezmek için mi yoksa fahişelik, uyuşturucu kullanımı, kaçakçılık gibi kurbansız suçlara casusluk yapmak için mi daha çok zaman harcamaları gerekir? Ve hakimler, boşanma davalarına mı, kartelleşmeyi engelleme davalarına mı daha çok zaman ve enerji harcamalıdırlar? …yenilenemezlik problemi var olduğu ve Cennet Bahçesi’nde yaşamadığımız sürece bir şeye harcanan zaman ve para başka bir şeye harcanamaz. Devlet bu soruları cevaplamak zorundadır, ama ne yaparsa yapsın, bunu kâr ve zarar kriterine maruz kalmadan yapar. Bu yüzden faaliyetleri keyfidir ve dolayısıyla tüketiciler açısından illa ki sayısız müsrif tahsisat hataları içerecektir.” (Hoppe, 2016, s.12). Örneğin devlet herkese zorunlu olarak kendi eğitimini dayattığında bu eğitimin nasıl olacağı bilinemez. Eğitim 20 yıl mı 10 yıl mı 4 yıl mı olsun, okulu şehrin göbeğine mi yoksa çevre yoluna mı kurulmalı, günde 10 saat matematik 2 saat tarih mi yoksa 2 saat matematik 10 saat tarih mi işlensin, okula alımlar testle mi yoksa klasik sınavla mu olsun? Bu soruların kâr ve zarar etmeden, cevaplanması mümkün değildir. Tüketicilerin istekleri, hayatlarındaki amaçları ve bütçeleri birbirlerinden farklıdır. Bu sebeple gönüllü olarak bir yere para verilmediği sürece, o kurumun nasıl işlemesi gerektiğini hiç kimse bilemez. ”Bilgiyi bulma ve kullanma görevinin milyonlarca insan arasında paylaştırılmasının nedenlerinden biri, hiçbir merkezi otoritenin —doğru sonuçlara yol açacak biçimde- bu insanlara nasıl emir verileceğini ve neler keşfedileceğini bilememesidir. Peki, özgür insanların —zeki ve her şeyi bilen bir merkezi otorite tarafından yönlendirilmeden- gerçekten bu bilgiyi bulacaklarından ve üretken bir şekilde kullanacaklarından nasıl emin olabiliriz?” (Boudreaux, 2017, ss.47-48). Özel mülkiyet ise bu sorunu ortadan kaldırarak, başka insanlarla iletişime geçmeden, fiyatlar aracılığıyla anlaşmamızı sağlar. Böylelikle neyi, nasıl yapacağımızı bilebiliriz. Bu sebeple, devletin ortadan kalkıp, hukuk ve güvenlik hizmetlerinin serbest piyasada şirketlerce verilmesi, hangi kanunu yapacağımız hakkında bize doğrudan bilgi verir. Dahası yasama organı, kanunları sürekli olarak değiştirmektedir. Serbest piyasada uzun süreli kanun için güvence vermeyen şirketler otomatikman müşteri kaybedecektir. Müşterilerine güvence vermeyen ve kanunlarını çalışanlarının keyfine bağlı olarak sürekli değiştiren şirketler piyasadan silinecektir.

Anarko-kapitalist toplumda güvenlik hizmetleri de devlete göre çok daha kaliteli şekilde verilecektir. Örneğin X ve Y koruma şirketlerinin olduğunu düşünelim. A, X şirketinden koruma hizmeti aldığını ve tehdit edildiğini varsayalım. Bu durumu A, para ödediği güvenlik şirketine bildirecek ve koruma talep edecektir. Eğer X şirketi A’yı korumakta başarısız olursa ve A öldürülürse, X şirketinin müşterisini koruyamadığı tüketiciler arasında yayılacaktır. Böylelikle X şirketi müşteri kaybederken Y şirketi müşteri kazanacaktır. ”…eğer tüketici güvenlik hizmetini kendisini memnun eden yerden alma imkanına sahip değilse keyfi ve kötü yönetime adanmış büyük bir mesleğin birde ortaya çıktığına şahit oluruz. Adalet yavaş ve maliyetli, polis eziyet eden bir hal alır, bireysel özgürlükler ihlal edilir, güvenliğin ücreti yolsuzlukla şişer ve tüketici sınıfların gücüne ve etkisine bağlı olarak adaletsiz bir şekilde bölüşülür.” (Molinari, 2016, s.46). Özel şirketlerin olmadığı devlet durumunda ise koruma talebinde bulunmak için bir dizi bürokratik işlemlerden geçilmesi gerekir. Daha kötüsü zaten vergiyle ödediği koruma hizmetini, tabiri caizse o kuruma yalvararak almak zorunda kalacaktır. Ve koruma talep eden kişi öldürülürse, devletin gelirinde hiçbir değişiklik olmazken, piyasaya giriş de yasak olduğundan kimse güvenlik için kimse hizmet alamayacaktır. Böyle bir durumun koruma güçlerinin şirketleştiği bir yerde olması mümkün değildir. Can ve mal güvenliğini önemseyen kimseler, koruma hizmeti almak için tüketicilerini bir dizi bürokratik işlemden geçtiği ve buna rağmen tüketicilerini koruyamayan bir şirkete para ödemeyecektir.

Hukuk ve güvenlik hizmetlerinin serbest piyasaya açılması, savaşları da azaltacaktır. Devlet, sınırlarını genişlettiği ve kendi topraklarındaki vatandaşlardan vergi aldığı sürece gelirini artırabilir. Bu yüzden her devletten yayılmacı olması beklenmelidir. ”…kuvvete bağlı bölgesel monopollere sahip devlet yöneticileri, kendi ülkelerindeki işletmelerin mülkiyetlerini işgal ederek ve yurt dışında hakimiyetlerini ise bölgesel yayılım politikalarını genişleterek, kârlarını artırırlar.” (Molinari, 2016, s.20). Buna karşılık serbest piyasada güvenlik hizmetinin satın alınması savaşları azaltacak ve polis veya askerlerin sadece meşru müdafaa için kullanılmasını teşvik edecektir. Aksi halde sınır dışında üs kurmak isteyen veya yayılmacı bir politika izlemek isteyen savunma şirketi, doğal olarak fiyatlarını yükseltmek zorunda kalacaklar ve müşterilerini caydıracaktır.

Hukuk ve güvenlik hizmetlerinin anti-merkezileştirilmesi, hiçbirinin diğer insanlar üzerinde yasal olarak şiddet kullanamayacağı anlamına gelecektir. Aidat almak yerine vergilendirmeye kalkan şirket ya müşterilerini kaybedecek ya da diğer şirketlerce durdurulacaktır. Böylelikle şirketler anayasayla değil fakat kâr ve diğer şirketlerin varlığıyla sınırlandırılacaktır.

Rothbard, aynı bölge içinde birbiriyle rekabet eden hukuk şirketlerinin birbirleriyle barış içinde rekabet edebileceklerini ileri sürer. Mahkemeler, devletin tekelci hukukundan çıktıkları zaman, verdikleri kararlar daha objektif ve daha faydalı çözüm sunuyor olacaktır. Nozick ise bir bölgede birden fazla hukuk şirketinin varlığının kaçınılmaz olarak silahlı çatışmaya varacağını ileri sürer. Her ne kadar böyle bir durumun olma şansı olsa da, silahlı çatışma için para ödemek kimsenin çıkarına olmayacaktır. David Friedman’a göre: ”…devletsiz bir toplumda, güvensizliğin ve kargaşanın egemen olmasını önleyecek temel faktör, insanlar arasındaki ilişkilerde çatışma ve şiddetin bir yöntem olarak kim kazanırsa kazansın hiçbir taraf için kârlı olmamasıdır. Ayrıca, özel koruma müşterileri arasındaki anlaşmazlık nedeni ile karşı karşıya gelmeleri durumunda bile, bu birimler, tamamen kâr saikiyle hareket etmeleri nedeniyle şiddet ve çatışma yerine uzlaşmayı tercih edecekleri açıktır.” (Alıntılayan Taner, 2010, s.66). Fakat Frideman, Rothbard’ın aksine bütün dünyada anarşi hakim olmadıkça anarko-kapitalizmin mümkün olmadığını söyler. Nozick’e getirilen bir diğer eleştiriyse zaten dünyada bir nevi anarşinin hakim olduğudur. Her devlet kendi toprak parçası üstünde mutlak karar verme tekeliyken, dünyada yüzlerce devlet vardır. Devletler arasındaki anlaşmazlıkları çözmek için ”üst devlet” yoktur. Bu bize gösterir ki devletler kendi aralarında anarşi halindedir.

Her iki kişinin de aynı hukuk şirketine bağlı olduğu bir uyuşmazlıkta muhtemelen bir sorun çıkmayacaktır. Fakat A kişisi X, B kişisi Y şirketinden koruma hizmeti alıyorsa ve aralarında bir sorun çıkarsa bu nasıl çözülecektir? Şiddet kullanma tekeli kimseye verilmediğinden, bu sorunu çatışmayla çözmek masraflı olacaktır. Şu durumda tarafların kabul etmesi halinde her ikisi de X hukuk şirketinin mahkemesinde veya Y şirketinin hukuk mahkemesinde yargılanabilir. Eğer bir anlaşmaya varamadıkları takdirde, uyuşmazlığın çözümü için bir tahkim mahkemesine gitmelilerdir. Zaten bu süreci takip edecek olan X ve Y şirketi olacağı için hem kendi müşterilerine hizmet vermek ve böylece toplum içindeki itibarlarını korumak için şirketler kendi aralarında anlaşıp Z tahkim mahkemesine başvurabilirler. Eğer taraflardan biri Z tahkim mahkemesini verdiği karara uymazsa, karara uymayan şirket müşterilerince veya diğer şirketlerce yaptırıma uğrayabilir. Gerçekten de böyle bir toplumun oluştuğu ilk zamanlarda şirketler arası anlaşmazlıklar çıkabilir. Fakat zaman geçtikçe hile yapmaya çalışan şirketler piyasadan silinecek ve mahkemelerin verdiği kararlar, sonrakiler için emsal teşkil edecektir. Böylece, eğer X ve Y şirketi her uyuşmazlığında Z tahkim mahkemesine başvurursa ve verilen kararlara da uyulursa, bu şirketlerin verdiği hukuk hizmetinin kalitesi ve saygınlığı artacaktır. Çünkü tahkim kararlarına uymayan şirketler toplumda güvensizlik yaratacak ve zamanla piyasadan silinecektir.

8) Anarko-Kapitalizm Faydacı Mıdır?

Evet, ahlaki ve aynı zamanda faydacıdır da. Şöyle ki tekeller tüketici açısından kötüdür. Potansiyel rakiplere karşı hukuki olarak korunan bir üretici, alternatif üretici yokluğundan yararlanarak mallarını veya hizmetlerini daha kalitesiz bir şekilde daha yüksek fiyata satabilir. Fakat devlet herhangi bir tekelden para kazanabilmek için yine mallarını veya hizmetini satmak zorundadır. Devlet ise vergi ve enflasyon yoluyla kendisini başkalarının rızası hilafına fonlayabilir. Bu sebeple devletin vereceği hizmet herhangi bir tekelden daha kötü olacağı için hukuku ve adaleti zedelemek devletin doğal eğilimidir.

9) Anarko-Kapitalist Şirketler Arasındaki Uyuşmazlıklar Sihirli Bir Şekilde Mi Çözülecek?

Her hukuk ve siyaset teorisi nihayetinde toplum içindeki uyuşmazlıkları çözmeye çalışır ve çalışmalıdır da. Zira insan bedeni ve dünyamızda bulunan mallar kıt kaynaklardır. Kıtlık var olduğu sürece uyuşmazlıklar kaçınılmaz bir şekilde var olacaktır. Devlet tipi siyasi oluşumlar da uyuşmazlıkları çözmeyi amaçlar. Devlet tipi siyasi oluşumlar, bu sorunu çözmek adına hukukun tekel tarafından verilmesini, gerek kişiler arasındaki gerekse devlet-birey uyuşmazlıklarının devlet tarafından çözülmesini ve nihayetinde devleti devlete şikayet ederek de aksaklıkların giderilmesini amaçlar. Anarko-kapitalist siyasi düzende ise uyuşmazlıkların çözümü şirketlere kalmıştır. Özel hukuk sistemi, devletin aksine kâr amaçlı olduğundan uyuşmazlıkları çözmek için anlaşma yoluna gitmeye müsaittir. Devlet çatışma durumunda yetkisini ve gelirlerini kalıcı şekilde artırabilirken, özel kurumların kâr etmesi barışın sağlanmasına ve tercih edilirliğine bağlıdır. Bu sebeple anarko-kapitalist siyasi düzende uyuşmazlıkların daha adil ve hızlı şekilde çözüleceğine ilişkin varsayımlarımız daha kuvvetlidir. Fakat her halükarda nasıl devlet kendi içindeki uyuşmazlıkları çözemeyebilirse, aynı şekilde anarko-kapitalist şirketler de çözemeyebilir.

10) Anarko-Kapitalist Şirketlere Nasıl Güveneceğiz?

Bu soruyu cevaplamak için hukuk şirketlerinin, devletle kıyaslanması gerekmektedir. Hukuk şirketlerinin bir zorlama gücü olmadığı gibi aynı zamanda anti-merkezi bir hizmet sunarlar. Şirketler kâr edeceği için en yararlı kanunun ne olduğu ve koruma hizmetinin nasıl verileceğini objektif olarak bilmek mümkün olacaktır. Bu sebeple kâr, anti-merkezilik ve en yararlı kanuna ulaşabilme imkânı şirketleri sınırlayan ana faktörler olacaktır. Buna karşılık devlete güvenmemiz için hiçbir sebep yoktur. Devlet, şirketlerin aksine kendi hukuk ve güvenlik hizmetini dayatmaktadır. Piyasaya giriş yasaktır ve devletin talep ettiği para zorunlu olarak ödenmek zorundadır. Vergi ödemeyi reddeden kişi silah tehdidiyle karşılaşacaktır. Eğer devlet vatandaşlarını öldürmek isterse, güvenlik tek merkezden verildiği için kimse bunun önüne geçemeyecektir. Bunun en açık örneği Komünist Çin’dir. Mao yönetimi altında insanlar zorunlu olarak göç ettirilmiş, mülkiyetlerine el konulmuş ve katledilmiştir. Toplamdaysa 60 milyon kişi hayatını kaybetmiştir. Benzer şekilde, daha öncede bahsettiğim gibi dünya üstündeki en büyük katliamları devletler gerçekleştirmiştir. Bu sebeple tamamen gönüllülük esasına dayanmayan hiçbir devlet güvenilir olamaz.

11) Şirketler Tekelleşirse Ne Olur?

Aslında bu yanlış bir soru. Doğrusu ”Şirketlerin tekelleşmesini nasıl önleyeceğiz?” olmalıdır. Çünkü devlet zaten belli topraklar üstünde şiddet kullanma tekeline sahip yegane örgüttür. Sadece devlet hukuk kuralı koyabilir, para basabilir, askere alabilir, güvenlik hizmeti verebilir, eğitim hizmeti verebilir, ruhsatlandırma yapabilir… Sonuç olarak şirketler tekelleşirse devlet konumuna geri dönmüş oluruz.

12) Anarko-Kapitalist Şirketleri Kim Denetleyecek?

Şu anki devlet sisteminde, her ne kadar faydasız da olsa, devleti sınırlamak ve bireysel hakları güvence altına almak amacıyla anayasalar yapılmıştır. Siyasi organizasyonun türü değiştiğinde, doğal olarak onun işleyiş şekil de farklılık gösterecektir.

Mevcut devlet tipi organizasyonu sınırlayan şey anayasalar ve kanunlardır. “Varlık özden önce gelir” bakış açısıyla söylersek; şiddet kullanma tekelini sınırlayan şeyler mürekkepli kağıtlardır. Bu yöntem gerçekten de fiziki kuvveti sınırlamak için gülünç bir yöntemdir. Gerçek şu ki gücü sadece güç sınırlayabilir. Bu sebeple barışçıl bir dünya için hukuki tekeller reddedilmeli, aynı bölgede birden çok hukuk hizmeti sağlayıcısı varlık göstermelidir. Aynı bölgede bulunan farklı hukuk sağlayıcıları, diğer hukuk sağlayıcılarını kendi güçleriyle sınırlayabilirler. Böylece barışın sağlanması için gereken şiddet ölçüsü dengeli bir şekilde kullanılabilir olacaktır. Bu dengenin bozulması, farklı kurumlar arasında sürekli bir çatışma halini teşvik edeceğinden faydalı da değildir. Kısacası anarko-kapitalist tipi siyasi oluşumları sınırlayacak şey pratikte güçtür.

13) Anarko-kapitalizm İyi Şeylerin Toplamı Mıdır?

Hayır. Ahlak felsefesindek “iyi”nin veya dindeki tanrı bilgisini karşılamayan kelimelerin iyi; ya da ahlak felsefesindeki “kötü”yü veya şeytan tasavvurunu karşılamayan kelimeler kötü olarak kullanılması yanlıştır. Anarko-kapitalizm, hukukun ve güvenliğin serbest piyasaya açılması anlamına gelir. Bu, devletin ayırt edici özelliklerinden olan tek taraflı iradesiyle tekel olma ve gelirlerini vergi veya krediyle finanse etme gibi kökten bir kötülük taşımadığı anlamına gelebilir. Fakat her halükarda anarko-kapitalist kurumlar adaleti saptırabilir, yöneticileri rüşvet alabilir ve devlet benzeri bir zor kullanma eylemine girişebilir. Nihayetinde Kabil, kardeşi Habil’i, dünyada sadece birkaç kişiyken, öldürerek insanlık tarihindeki ilk cinayeti işlemiştir. Sineklerin Tanrısı kitabında bir adada birbirini öldürenlerse sadece birer çocuktular. Yılanı Öldürseler romanında annesini öldüren Hasan ise daha çocuktu ve annesini öldürmek gibi bir fikri yoktu fakat köydekiler bunu ona ikna etmişlerdi. Olayların yaşandığı yer ise devlet ile ilişkisi görünmeyen bir köydü. Bireylerin yanlış adalet anlayışları veya kasti kötülükleri daha büyük ölçüde topluma ve nihayetinde siyasi oluşumlara etki eder. Bu bakımdan anarko-kapitalizmin veya anarşinin mutlak iyi anlamda kullanılması yanlıştır. Rekabet halindeki hukuk sağlayıcıları saptırılmış bir adaleti de teşvik edebilir.

Çoğu zaman, anayasalara, kanunlara ve mahkemelere çok fazla ümit bağlamış olup olmadığımızı düşünüyorum. Bunlar boş ümitler; inanın bana, boş ümitler. Hürriyet, erkek ve kadınların kalplerinde yatar; orada öldüğünde hiçbir mahkeme onu koruyamaz; hatta hiçbir anayasa, hiçbir kanun, hiçbir mahkeme buna fazla yardımcı bile olamaz. Orada yattığı sürece de, kendisini korumak için, hiçbir anayasaya, hiçbir kanuna, hiçbir mahkemeye ihtiyacı yoktur. (Alıntılayan Özbudun, 2018, s.6).\

14) Anarko-Kapitalist Şeriat Mümkün Mü?

Anarko-kapitalistler genel olarak doğal hukuku savunurlar ve siyaset felsefesini bunun üstünden kurarlar. Tanrının varlığına inanan ve tanrının vahiy ile insanlarla iletişime geçtiğini savunan biri için doğal hukukun üstünde yer alan kutsal yasa (Divine law) mevcuttur. Doğal hukuk her zaman her yerde geçerliliğini koruyan ve insanların düşünerek bulabileceği bir yasa olmasına rağmen; kutsal yasa, tanrının ebedi bilgisinden insanlara aktarılan bilgiler olduğundan doğal hukukun üstünde yer alır. Bu sebeple doğal hukuk, vahiy kaynağı olan bir dinin varlığı halinde ancak o dinin hüküm bildirmediği alanlarda işlevsel olabilir. Diğer bir deyişle, doğal hukuk ve kutsal yasa zıt kavramlar olmasa da, tanrının aktarmış olduğu bilgiler insan aklının kavrayabileceği bilgilerden üstün olduğu için kutsal yasa doğal hukukun üstünde yer alır ve doğal hukuk, vahiylerin değindiği hükümleri değiştiremez fakat vahiylerin değinmediği noktalarda söz sahibi olabilir. Nasıl öz sahipliği savunan biri bunun her insan için geçerli olduğunu ve olması gerektiğini savunuyorsa, kutsal hukuku savunan birinin de bu yasaların her zaman, her yerde, herkes için olması gerektiğini savunuyor olmalı ve bu hükümleri doğal hukukun üstüne yerleştirmelidir. Bu bakımdan öz sahiplik ve onun getirdiği geniş ölçüdeki mülkiyet hakkı ve sözleşme özgürlüğü, her ne kadar kesişim noktaları mevcut olabilirse de, dini kaynaklı hükümlere uymaz. Nihayetinde tanrınız Rothbardian bir görüşte değilse ve size aktarılmış vahiyler bulunuyorsa öz sahipliği savunmak mümkün değildir. Vahiy kaynaklı bilgiyi temel alan biri, kutsal yasaya uygun olmayan bir hukuku gönüllü olarak dahi uygulatılmasına izin vermemelidir.

Son olarak belirtmek gerekirse vahiy kaynaklı bir dine mensup olan bireyler ancak kendi inançları doğrultusunda hizmet veren rekabetçi hukuk şirketlerinin varlığını savunabilir. Bu da ancak vahiylerin rekabetçi hukuk sistemine izin verdiği ölçüde geçerlidir. Hz. Muhammed’ten itibaren var olan İslami siyasi organizasyonların biçimi devlet olduğundan şeriatçı anarko-kapitalizm mümkün değildir.

15) Anarko-Kapitalistler Vatansever Olabilir Mi?

Hayır, en azından olmamalıdır. Vatanseverlik, devlet temelli bir fikirdir ve vatansever dendiğinde aklınıza SSCB’nin komünist propaganda posterlerinde tasvir edilen mutlu, halkın ve politikacıların beraber güneşe doğru ilerlerkenki resmi geliyorsa maalesef propagandaya maruz kaldınız demektir. Bir insanın bir şeye karşı sevgi beslemesi tabii ki yanlış değildir. Fakat vatanseverlik, sevgi tanımını belirli topraklar üzerindeki şiddet tekeli üzerinden tanımlar. Vatanseverlik; aile veya arkadaşlık ilişkilerinin ve iyi niyetli temennilerin çarpıtılmış bir şeklidir. “Kendinizi, size benzeyenleri- değerlerinizi veya kendinizde değer verdiğiniz doğal özellikleri paylaşanları- sevmenin bir mahsuru yoktur fakat şiddete dayalı bir düzenbazlığın sınırlarını esas alarak sevgi atfetmek yapısı gereği tehlikeli bir fikirdir.” (Kokesh, 2016, s.36)

Ayn Rand’ın Ego adlı kitabındaki Eşitlik 7-2521 adlı karakter, kolektivist ve vatansever bir dünyada yaşamaktadır ve ruhu dahil her şeyini diğer “kardeşleriyle” paylaşması istenmektedir. Kitabın sonunda “ben” kelimesini keşfeden karakter şöyle der:

…Sahibi olduğum güzellikleri, erişilmez kıymetleri kimseye teslim ve emanet etmeyeceğim. Hatta onları, istemediğim sürece kimseyle paylaşmayacağım. …Bana ait olan, benim sahip olduğum bütün zenginlikleri; düşüncemi, arzumu, hürriyetimi ben koruyacağım. Bunların içinde üzerine en çok titreyeceğim, en ulu göreceğim şey, şüphesiz hürriyetimdir. Onu kimseye emanet etmeyeceğim. Hatta, kimseyle paylaşmayacağım.\

Kardeşlerime hiçbir şey borçlu değilim. Artık onlardan dilendiğim, talepkar olduğum bir alacağım da yok. Hiçbirinden benim için yaşamasını talep etmiyorum ve ben de hiçbirisi için yaşamıyorum. Hiçbirinin ruhunda gözüm yok ve artık hiçbiri benim ruhuma hasetle bakamaz. Onların dostu veya düşmanı da değilim. Her biri hak ettikleri yerde duruyorlar içimde. Bildiğim tek şey varsa, o da sevgimi kazanmaları için, doğmuş olmalarının yetersiz olduğudur. Sevgimi hiç kimseye laf olsun diye, sebepsiz yere veremem. Şans eseri yanımdan geçen, yanımda duran, yanımda doğup yaşayan kimse onun sahibi olamaz. (Rand, 2011, ss.70-71-72)\

Devletler söz konusu konusu olduğunda güçlü milli kimliklerin bedeli büyük savaşlar, hırsızlık ve manipülasyon olmuştur. Kendisini hiçbir zaman liberal olarak adlandırmasa da Tolstoy da vatanseverlikten mustariptir:

…savaşı yok etmek için vatanseverliği yok etmek gerekir. Ancak vatanseverliği yok etmek için öncelikle bunun bir kötülük olduğu inancını yaratmak gerekir ve bunu yapmak zordur. İnsanlara savaşın bir kötülük olduğunu söyleyin, güleceklerdir; çünkü bunu kim bilmez ki? Onlara vatanseverliğin bir kötülük olduğunu söyleyin, çoğu kabul edecektir; ancak bir çekince ile. “Evet,” diyeceklerdir, “yanlış vatanseverlik bir kötülüktür; ama başka bir tür daha vardır, bizim sahip olduğumuz tür.(Tolstoy, 2021)\ Vatana ihanet diye kavramın olmadığını savunan Spooner, Rothbard’ın gelmiş geçmiş en iyi siyasi yapıt olarak gördüğü İhanet Yok (No Treason) kitabında, adından da anlaşılacağı üzere devlete ihanet edilemeyeceğini anlatır. Ona göre anayasa gönüllü bir sözleşme olmadığından hiçbir bağlayıcılığı da yoktur. Geçerliliği olmayan bir sözleşmenin yükümlülükleri tarafları bağlamadığına göre vatana ihanet yoktur. Eğer varsa da sözleşmeyi dayatan taraf suçlu muamelesi görmeli ve karşı tarafça ihaneti edilmelidir.

“Anayasa bir sözleşme değildir; kimseyi bağlamaz ve hiçbir zaman da bağlamamıştır; ve onun yetkisiyle hareket ettiğini iddia eden herkes aslında hiçbir meşru yetkiye sahip olmadan hareket etmektedir. Hukukun ve aklın genel ilkelerine göre, onlar sadece gaspçıdırlar ve herkesin onlara ihanet etmesi sadece bir hak değil aynı zamanda ahlaki bir sorumluluktur da.” (Spooner, 1870).

Kaynakça

Aktaş, S. (2018). Hayek’in Hukuk ve Adalet Teorisi. Ankara: Liberte

Ashford, N.(2015). Özgür Toplumun İlkeleri. Ankara: Liberte

Bastiat, F.(2017). Hukuk. Ankara: Liberte

BAYRAM, M. (2022). HUKUKUN İKİ BEDENİ: DOĞAL VE POZİTİF HUKUK DİKOTOMİSİNDE ARİSTOTELES’İN YERİ. FLSF Felsefe ve Sosyal Bilimler Dergisi, (34), 25-43.

Berzeg, K.(2018). Liberalizm Demokrasi Kapıkulu Geleneği. Ankara: Liberte Yayınları

Block, W. E. (2010). Libertarianism is unique and belongs. Journal of Libertarian Studies, 22, 127-70.

Boetie, E.(2020). Siyasi İtaat İçin Ebedi Yöntembilim. Ankara: Gece Kitaplığı

Boudreaux, D.(2017). Yeni Başlayanlar İçin Hayek. İstanbul: Liber Plus

Hoppe H.(2010, 2 Ocak) ”Political Economy of Monarchy and Democracy” Erişim Tarihi: 15 Mayıs 2021,

Hoppe, H.(2016). Sosyalizm ve Kapitalizm Bir Teori. İstanbul: Liber Plus

Kalkan, B.(2016). Frederic Bastiat’ın Siyaset ve Devlet Anlayışı. Ankara: Liberte

Kokesh, A. (2016). Özgürlük. İstanbul: Liber Plus

Mises, L. (2018). Bürokrasi. Ankara: Liberte

Mises, L. “Omnipetent Government” Erişim Tarihi: 27 Kasım 2023,

Mises, L.(2016). Liberalizm. İstanbul: Liber Plus

Molinari, G.(2016). Serbest Piyasa ve Güvenlik. İstanbul: Liber Plus

Özbudun, E. (2018). Türk Anayasa Hukuku. Ankara: Yetkin

Rand, A. (2021). Yeni Entelektüel İçin. İstanbul: Pegasus Yayınları.

Rothbard, M. (2012). Ekonomiyi Anlamak. Ankara: Liberte

Rothbard, M.(2019). Eşitlikçilik Doğaya Karşı İsyan. İstanbul: Liberus

Spooner, L. (2022). Hukuk Nedir. İstanbul: Onikilevha

Spooner, L. ”No Treason” Erişim Tarihi: 15 Mayıs 2021,

Taner, A.(2010). Murray N. Rothbard Liberal Gelenekte ve Siyasi Felsefesindeki Yeri. Ankara: Liberte Yayınları

Tolstoy, L. “Patriotism, or Peace?” Erişim Tarihi: 27 Kasım 2023

Yaman S. ve Tarhan B.(2021). Liberteryenizmin Felsefi Temelleri. İstanbul: Liberus

Yazar Hakkında