Almanya’da Anarşizm

Gökdeniz
19 dakika okuma
Anarşizm
Almanya’da Anarşizm

Aşağıdaki yazı Andrew Carlson’ın Anarchism In Germany adlı kitabının II. bölümünü içermektedir.

Max Stirner ya da asıl adıyla Johann Caspar Schmidt, 25 Ekim 1806 sabahı saat 6’da dünyaya geldi. Bayreuth şehrinin ana caddesi olan Maximiliansstrasse (Marketplatz) 31 numaradaki bir evde doğdu. Enstrüman yapımcısı olan babası 19 Nisan 1807’de 37 yaşında tüberkülozdan öldüğünde Johann henüz altı aylıktı. Annesi iki yıl sonra 57 yaşında Helmstedtli bir eczacı olan Heinrich Ballerstedt ile evlendi ve hep birlikte Vistula kıyısındaki Kulm’a taşındılar. 1818’de eğitimi için doğduğu Bayreuth kentine dönen Johann, burada manevi babası ve adını aldığı amcası Johann Caspar Martin Sticht’in yanında yaşamaya başladı. Eğitimini her zaman sınıfının en yüksek başarı yüzdesinde yer alarak öne çıktığı Gymnasium’da* tamamlayarak gelecek sekiz yıl da orada kaldı.

*Gymnasium: Alman eğitim sisteminde üç Alman lisesinin en gelişmişidir. Akademik olarak en başarılı öğrencilerin devam edebildiği bir okuldur.

Bayreuth’tan 1826’da Berlin Üniversitesi’nde okumak için ayrıldı ve sonraki iki yıl da burada kaldı. Berlin’de, gelecekteki rakiplerinden biri olacak olan Ludwig Feuerbach adlı bir başka öğrenciyle tanıştı. Stirner Berlin Üniversitesi’nde Heinrich Ritter’den mantık, Carl Ritter’den coğrafya, Bockh’tan “Pindar und Metrik*” ve Hegel’den din felsefesi dersleri aldı.

* Pindar’ın şiirlerini ve antik Yunan edebiyatındaki hece ölçüsü yapılarını anlamaya yönelik derslerdir. Pindar, MÖ 5. yüzyılda yaşamış, Yunan lirik şiirinin en önemli temsilcilerinden biridir, epinikionlar ile tanınır bunlar ise atletizm oyunlarında zafer kazananların onuruna yazılmış övgü şiirleridir.

Berlin’den 1 Eylül 1828’de ayrılarak Erlangen’e gitti ve 20 Ekim’de üniversiteye kaydını yaptırdı ancak sadece iki derse girdi; biri tanrıbilimci Georg Benedict Wiener tarafından Kutsal Kitap üzerine verilen ders, diğeri ise filozof Christian Kopp tarafından verilen mantık ve metafizik dersiydi. Stirner daha sonra okulu “bırakarak” üç buçuk yıl boyunca Almanya’da başıboş dolaştı. Bu süre zarfında Stirner bir ara Kšnigsberg Üniversitesi’ne kaydoldu ancak tek bir derse bile katılmadı çünkü delirmiş olan annesine bakmak üzere Kulm’a gelmişti.

1832 yılının Ekim ayında Stirner eğitimini tamamlamak üzere Berlin’e döndü. 2 Haziran 1834’te, kendini geliştirdiği beş alanda (eski diller, Alman dili, tarih, felsefe ve din) Kraliyet Sınav Komisyonu’nun pro faculate docendi sınavına girmek için izin istedi. Sınav görevlileri onun iki eksiği olduğunu gördüler. İncil hakkında yeterli bilgiye sahip değildi ve tarih, felsefe ve dilbilim alanlarında gereken temel niteliklere sahip değildi. Bu nedenle kendisine sadece çok kısıtlı eğitim yetkisi (facultas docendi) verildi ve bu da Prusya liselerinde öğretmenlik yapmasına yetti. Stirner’in hakkını vermek gerekir, sınavlarının ertelenmesine deli annesinin Berlin’e yaptığı ziyaret neden olmuştur. Sınavların sonucunu bu ziyaretin etkileyip etkilemediği konusu şüphelidir çünkü Stirner’in yazılarında da sergilediği gibi alışılmışın dışında bir karaktere sahipti tabii ki sınav kurulu onu bazı niteliklerde eksik bulacaktı.

Stirner 1834–35 yılları arasında Berlin Kšnigliche Realschule’de maaşsız stajyer öğretmen olarak görev yaptı. Bu stajın ardından 1837 yılına kadar Prusya devletinden maaşlı bir öğretmenlik pozisyonu elde etmek için uğraştı. İş bulamaması, ev sahibinin kızı Agnes Clara Kunigunde Burtz ile 12 Aralık 1837’de evlenmesine engel olamadı. Bu evliliği ertesi yıl, 22 yaşındaki eşinin 29 Ağustos’ta doğum sırasında çocuğuyla birlikte ölmesiyle bitti.

Deli annesine bakmak Stirner’e bir kez daha düşmüştü. 1839’da Berlin’de Madam Gropius’un kız okulunda bir öğretmenlik pozisyonu bulana kadar bu işle uğraştı. Orada 1844 yılına kadar görevini başarıyla yerine getirdi.

Beş yıl boyunca Madam Gropius’un okulunda öğretmenlik yapan Stirner, Hippel’in 94 Friedrichstrasse’deki Weinstube’üne sık sık uğrar ve burada Genç Hegelciler ustalarının öğretilerini eleştirmek için toplanır. Kendilerine Die Freien (Özgürler) diyorlardı. Die Freien’in önderleri Bauer, Bruno ve Edgar kardeşlerdi. Marx, Engels ve şairler Herwegh ve Hoffmann von Fallersleben ara sıra buraya gelen ziyaretçilerdi. Ludwig Feuerbach, Wilhelm Jordon, C. F. Kšppen, Dr. Arthur MŸller, Moses Hess, Ludwig BŸhl, Adolf Rutenberg, Eduard Meyen ve Julius Faucher de Hippel’e sık sık gelirlerdi. Bu Hegelcilerin kendini üst akıl olarak atayan Arnold Ruge, çoğu zaman çok sert geçen tartışmaları her gece sürdürüyordu. Engels’in bu gece tartışmalarından birine dair çizdiği bir taslak günümüze ulaşmıştır. Tartışmanın kenarında yalnız bir figür oturmaktadır. Alnı açık, gözlüklü, sigara içen bu kişi Stirner’dir. Woodcock, bu taslağa dayanarak, Stirner’in Die Freien’da sessiz, tarafsız dinleyici rolünü oynadığı, herkesle iyi ilişkiler içinde olduğu ve hiç kimseyle arkadaş olmadığı sonucuna varır. Woodcock’un vardığı sonucun doğru olup olmadığı ise şüphelidir. Engels aynı zamanda Stirner’i şiirle de anarak şöyle yazmıştır:

  • Şuradaki barışçıl bir düşman olan Stirner’e bakın.
    her türlü zorluğa göğüs geriyor.
    Şu an için hâlâ bira içiyor,
    yakında su içer gibi kan içecek.
    Başkaları “kahrolsun krallar” diye vahşice haykırdığında
    Stirner anında “kahrolsun yasalar da” diye ekliyor.
    Stirner tüm asaletiyle haykırıyor; iradeni eğip büküyorsun
    ve kendine hür demeye cüret ediyorsun.
    Sen köleliğe alışmışsın
    Kahrolsun dogmatizm, kahrolsun hukuk.

Stirner, Hippel’in Weinstube’ünde ikinci eşi Marie Dähnhardt ile tanıştı; güzel, zeki ve özgür ruhlu bir kadındı ve onunla 1843 yılında evlendi. Eğer düğün denebilirse, bu düğün 21 Ekim’de Stirner’in dairesinde gerçekleşti. Papaz Rahip Marot geldiğinde damat ile şahitleri Bruno Bauer ve Ludwig Buhl’ü üzerlerinde sadece ceketlerinin gömleği ile iskambil oynarken gördü. Gelin ise gündelik sokak kıyafetleriyle gecikmeli gelmişti. Bir İncil bulunmadığından, bir tane bulmak için mahallenin dolaşılması gerekti. Kimse alyans almayı hatırlamadığından, evlilik Bruno Bauer’in çantasından çıkan bakır yüzüklerle tamamlandı. Stirner 18 Ekim 1844’e kadar Madam Gropius’ta ders vermeye devam etti, ancak evlendikten sonra işi bırakabilirdi çünkü karısı Gadebusch’tan Berlin’e geldiğinde 20–30.000 talerlik bir mirasın varisiydi. Marie minyon, narin bir sarışındı ve saçları o zamanın modasına uygun olarak bukleler halinde kafasını çevreliyordu. Çarpıcı bir güzelliğe sahipti ve Die Freien toplantılarının gözdesi haline gelmişti. Puro içiyor ve bazen kocasına ve arkadaşlarına gece gezmelerinde eşlik etmek için erkek kıyafetleri giyiyordu.

Madama Gropius’un okulundaki görevinden ayrılmaya zorlanıp zorlanmadığı ya da gönüllü olarak ayrılıp ayrılmadığı bilinmemektedir. 1844’te yayımlanan Der Einzige und sein Eigentum adlı kitabının kendisine edebi şöhret ve servet kazandıracağını düşünüyordu. Kitabıyla, saldırdığı çağdaşları tarafından eleştirildi ama pek de servet kazanamadı. Stirner 1845’te karısından kalan mirası sermaye olarak kullanarak süt ürünleri işine girdi. Bu girişim, iş deneyimi olmaması nedeniyle kısa sürede başarısız oldu. Stirner, mandıra çiftçilerinden büyük miktarda süt gelmesini sağlamıştı, ancak bu sütü satın alacak müşterilerin listesini çıkarmayı başaramamıştı. Stirner’in süt işi arkadaş çevresi arasında bitmek bilmeyen bir neşe kaynağıydı ama mirasını çarçur ettiği için Marie’yi ona karşı öfkelendirdi.

Karısı 1847’de iğrenerek ve öfkelenerek onu terk etti ve Londra’ya gitti. 1897’de Mackay onunla görüşmeye çalıştığında, geçmişini yeniden hatırlamak istemediğini, lakin kocasının arkadaş edinemeyecek kadar egoist ve “çok kurnaz” olduğunu söyledi. Marx, 13 Temmuz 1852 tarihli bir mektubunda Engels’e Madam Schmidt Stirner’in altın aramak için Avustralya’ya gittiğini anlatır. Avustralya’da bir işçi ile evlendi ve geçimini sağlamak için çamaşırcılık yaptı. Son olarak Londra’ya geri dönerek May Smith adını kullandı ve Mackay’la bile önceki yaşamı hakkında konuşmayı reddeden dindar bir Katolik oldu.

Karısı tarafından terk edilen Stirner yavaş yavaş yoksulluğa ve belirsizliğe gömüldü, bir dizi kötü pansiyonda yaşadı, bir tür sefil hayat sürdü ve genellikle de borçlandı. Stirner, 1845–1847 yılları arasında J. B. Say ve Adam Smith’in bir çeviri çalışması üzerinde uğraştı ve bunun zorlu ama kazançsız bir çaba olduğu ortaya çıktı. Zamanının çoğunu çok sayıdaki alacaklısından kaçarak geçirdi, 5–26 Mart 1853 ve 1 Ocak-4 Şubat 1854 tarihleri arasında iki kez borç yüzünden hapse girdi ve genellikle aç kaldı. Stirner açlığa dayanabiliyordu çünkü yeme ve içme alışkanlıklarında oldukça ölçütlü bir adamdı ve her zaman tutumlu yaşamıştı. 1852 yılında Berlin’de Geschichte der Reaction adlı kitabını yayınladı. Bu kitap pek başarılı olmadı ve ona az para kazandırdı. Çok fazla ilgi uyandırmayacak kadar sıradan bir yazıydı.

Stirner’in sonu 25 Haziran 1856’da, “zehirli bir sineğin” ısırması sonucu 49 yaşında ölmesiyle oldu. Onun kötü durumunu duyan bazı eski arkadaşları, onun için yeterli parayı toplayarak ikinci sınıf bir mezar satın aldılar. O zamanki parayla bir Amerikan dolarına eşdeğer olan bir taler ve on grounda mal oldu. Defin töreninde hazır bulunanlar arasında, Marie Dähnhardt ile evliliğinde şahitlik yapmış olan Bruno Bauer ve Ludwig Buhl de vardı.

İlk Yazıları

Birçok insan Stirner’in Der Einzige und sein Eigenthum’u yazmadan önce çok sayıda makale kaleme aldığını bilmiyor. Stirner’in kitabını damdan düşer gibi görmektedirler. Oysa gerçek bundan daha aykırı değildir. Bu ilk makaleleri okuyarak Stirner’in düşüncesinin Der Einzige und sein Eigenthum’da ifade edildiği noktaya kadar olan gelişimini izlemek mümkündür. Bu incelemede Stirner’in Der Einzige und sein Eigenthum kitabının çıkışından önce yazdığı her şeyin ayrıntılı bir incelemesine yer vermek mümkün değildir. Stirner erken dönem yazılarında Hegelci ilkeleri incelemiş ve reddetmiştir. Din, eğitim ve toplumun siyasi ve sosyal yapısı hakkındaki fikirleri henüz başlangıç aşamasındadır. Stirner’in kitabı, daha önceki yazılarının perspektifinden bakıldığında, genellikle sanıldığı gibi parlak, yanlış yönlendirilmiş, dengesiz bir zihnin anlık sapması değil, dikkatle düşünülmüş bir rotanın mantıksal sonucudur. İlk yazılarında Stirner, hem kabul edilebilir çağdaş çözümleri hem de ilgilendiği sorunlara ilişkin çağdaş önerileri çok dikkatli bir şekilde inceler ve bunların çözümlerini yetersiz bularak reddeder. İlk yazılarında gerçekleştirdiği şey budur aslında. Toplumun yanlışlarını keşfettikten sonra, Der Einzige und sein Eigenthum’da çözüm olarak düşündüğü şeyin ana hatlarını belirlemeye başlamıştır. Stirner’in dine, devlete ve topluma yönelik saldırılarının şekli ilk yazılarında mevcuttur. Stirner, her şeyin tek bir yol gösterici prensip tarafından belirlenmesi gerektiğine karar vermiştir: Egoizm

Biricik ve Mülkiyeti

Stirner’in kitabının İngilizce çevirisi olan The Ego and His Own, 1844’te yayınlandığında hemen popüler olmamıştı. Nietzsche “nin felsefesinin popüler olduğu yüzyılın başlarında yeniden basılmıştır. Bugün Stirner’in kitabı anarşi yanlısı öğrenciler arasında yeniden popülerlik kazanmıştır. Der Einzige birçok kez analiz edilmiştir. Bu kitap, ilk yayınlanışından yaklaşık bir yüzyıl ve sonrasında bugün onu canlı tutacak ne içeriyor? Ebeveynleriyle aralarında bir “kuşak farkı” hisseden öğrenciler neden Stirner’in kitabına yakınlık duyuyor? James Huneker neden bu kitabı “şimdiye kadar yazılmış en devrimci kitap” olarak nitelendiriyor?

Stirner kitabına kısa bir girişle başlar. Goethe’nin Vanitas şiirinin ilk dizesini kullanır! Vanitatum Vanitas! şiirinin ilk dizesini bu giriş için başlık olarak kullanır. Mısra şöyledir: “Ich hab, mein Sach’ auf Nichts gestellt,” kelimesi kelimesine ‘’Ben meselemi hiçe adadım’’ ya da daha serbest bir ifadeyle ‘’her şey benim için bir hiçtir’’ şeklinde çevrilebilir. Bu giriş, okuyucunun kitabın konusunun ne olduğunu hemen anlamasını sağlar; kişinin kendisidir.

Her birey için en yüce yasa, Stirner’e göre kendi mutluluğudur. Herkes hayatın tadını çıkarmaya çalışmalıdır. Kişi hayattan nasıl zevk alacağını ve onu nasıl zenginleştireceğini öğrenmelidir. Kişinin yaptığı her şey kendini tatmin etmeye yönelik olmalıdır. Hiçbir şey Tanrı’nın ya da bir başkasının iyiliği için yapılmamalıdır. Dünya insanın kullanımı içindir. Stirner için herkes ve her şey hiçbir şey ifade etmez. Nesneler ve insanlar kullanılmalı ve artık bir işe yaramadıklarında bir kenara atılmalıdırlar. Stirner tek tek insanları değil, bir bütün olarak insanlığı sever. Ama onları kendi benliği yüzünden sever, çünkü sevmek onu mutlu eder. Bu onu tatmin eder. Stirner Hıristiyan ya da insani değerler ve ahlakla ilgilenmez. Stirner’in istediği şey ona zevk veriyorsa, o zaman meşrudur. Herkes birbirini kullanıyor. İnsanların birbirleriyle olan tek gerçek ilişkisi kullanılabilirliktir. Tanıştığınız herkes beslenmek için yiyecek gibidir.

Stirner kanunları reddeder. Kanunlar, insanlar onları kendi çıkarlarına uygun gördükleri için değil, insanlar onları kutsal saydıkları için vardır. Haklardan bahsetmeye başladığınızda karşınıza dini bir kavram çıkarmış olursunuz. Yasa kutsal olduğu için onu çiğneyen herkes suçludur. Bu nedenle kutsal bir şeye karşı olanlar haricinde suçlu yoktur. Yasanın kutsallığını ortadan kaldırırsanız suç da ortadan kalkar, çünkü gerçekte suç, devlet tarafından kutsanmış olana saygısızlık eden bir davranıştan başka bir şey değildir. Stirner’e göre hak diye bir şey yoktur, çünkü güçlü olan haklı olur. Bir insan sahip olma ve elinde tutma gücüne sahip olduğu her şey üzerinde hak sahibidir. Dünya, onu nasıl kullanacağını bilene aittir. Yasadan ziyade kişisel refah takip edilmesi gereken yol gösterici ilke olmalıdır. Stirner, bir avuç güçle bir çuval dolusu haktan daha fazlasını elde edebileceğinizi söyler. Özgürlüğü kazanmanın yolu güçten geçer, çünkü güce sahip olan yasanın da üstünde yer alır. Bir kişi ancak elinde tuttuğu şeye gücü sayesinde sahip olduğunda tamamen özgür olur. O zaman kendi kendisinin maliki olur ve sadece özgür bir insan olmaz. Herkes kendine şunu söylemelidir; ben kendim için varım ve her şeyi kendim için yapıyorum. Ben biriciğim, hiçbir şey benim için kendimden daha önemli değildir. Stirner bir insanın iyi ya da kötü olduğuna inanmaz, neyin doğru, iyi, hak vb. olduğuna da inanmaz. Bunlar, Tanrı merkezli ya da insan merkezli bir dünyanın dışında hiçbir anlamı olmayan muğlak kavramlardır. Bir insan ilgisini kendine odaklamalı ve kendi işine konsantre olmalıdır.

Stirner devleti reddeder. Kanun olmadan devlet mümkün değildir. Devleti bir arada tutan şey hukuka gösterilen saygıdır. Aynı yasa gibi devlet de birey onu kendi refahı için uygun gördüğü için değil, yalanın onu kutsal saydığı için vardır. Stirner için devlet, hukuk gibi kutsal değildir. Stirner devletin amansız düşmanıdır. Devletin refahının kendi refahıyla hiçbir ilgisi yoktur ve bu nedenle ona hiçbir şey feda etmemektedir. Toplumun refahı onun refahı değildir, bu sadece onun kendini feda etmesi anlamına gelir. Devletin amacı bireyi sınırlamak, evcilleştirmek, tabi kılmak, devletin amacı doğrultusunda ortak bir şeye tabi kılmaktır. Devlet bireyin gerçek değerine ulaşmasını engellerken, aynı zamanda ondan bir fayda elde etmek için bireyi sömürür.

Devlet insanların arasına girerek onları birbirinden ayırır. Stirner, devletin malı ve mahluku olmak yerine, devleti kendi malı ve kendi mahluku haline getirecektir. Devleti yok edecek ve onun yerine bir Egoistler Birliği kuracaktır. Devlet yok edilmelidir çünkü bireysel iradenin olumsuzlanmasıdır, insanlara kolektif bir birim olarak yaklaşır, devlet ile egoistler arasındaki çatışma artık kaçınılmazdır.

Bir gün devlet ortadan kalktığında Egoistler Birliği hakim olacaktır. Bu birlik ne kutsaldır ne de insan gücünün üzerinde manevi bir güçtür. İnsanlar tarafından yaratılmıştır. Bu birlik içinde insanlar birbirlerinin çıkarlarını “kullanarak” bir arada tutulacaktır. Bir kişi bu birliğe katılarak kendi bireysel gücünü arttırır. Artık her kişi kendi gücüyle kontrol edebileceği şeyleri kontrol edecektir. Ancak bu, evrensel bir açgözlülük ve sürekli katliam bölgesi olacağı anlamına gelmediği gibi, başkaları üzerinde güç kullanma anlamına da gelmez. Her insan kendi biricikliğini savunacaktır. Gerçek egoizmin farkına vardığında, başkalarına hükmetmek ya da ihtiyaç duyduğundan daha fazla mala sahip olmak istemez çünkü bu onun özgürlüğünü yok eder.

Stirner’in Egoistler Birliği komünist bir birlik değildir. Bireylerin, birlik içinde doğacak egoizm birlikteliğinden karşılıklı kazanç sağlamak için girdikleri bir birliktir. Ne efendiler ne de hizmetkarlar olacaktır, sadece egoistler olacaktır. Herkes kendi biricikliğine çekilecek ve bu da çatışmayı önleyecektir çünkü hiç kimse üçüncü bir tarafın önünde kendini “haklı” göstermeye çalışmayacaktır. Egoizm bireyler arasında samimi ve doğal bir birlikteliği destekleyecektir.

Egoistler Birliği’nin izleyebileceği sosyal örgütlenme biçimini Stirner ayrıntılarıyla ele almaz. Örgütlenmenin kendisi Stirner’in Birliği için bir tehdittir. Birlik içinde birey kendini geliştirebilecektir. Birlik bireyi var etmek için vardır. Egoistler Birliği, Stirner’in karşı çıktığı toplum ile karıştırılmamalı. Toplum, kutsal olduğu düşünülen, ancak bireyi tüketen bir kişi üzerinde hak iddia eder. Oysa bu birlik, birliği kendi iyilikleri için kullanan bireylerden oluşur.

Hukuk, devlet ve mülkiyet haklarının lağvedilmesi nasıl olacak da insanlar Egoistler Birliği’ne katılmakta özgür olacaklar? Yeterli sayıda insan önce içsel bir değişim geçirdiğinde ve kendi iyiliğini en üstün kanun olarak kabul ettiğinde gerçekleşecek ve sonra bu insanlar dışsal belirtilerini ortaya çıkaracaktır: hukukun, devletin ve mülkiyet haklarının lağvedilmesi.

Stirner’e göre devrim ve isyan aynı anlamda değildir. Devrim, mevcut devlet ya da toplum koşullarının devrilmesidir. Dolayısıyla devrim siyasi ya da toplumsal bir eylemdir. Öte yandan isyan, mevcut şartların değiştirilmesidir. İsyan, insanların kendi içlerindeki hoşnutsuzluktan kaynaklanır. Silahlı bir ayaklanma değil, bireylerin ayaklanmasıdır. İsyanın kendisinden çıkan yeni düzenlemelere hiçbir saygısı yoktur. Devrim yeni düzenlemeleri amaçlar; isyan ise insanların artık kendilerine yeni düzenlemeler yapılmasına izin vermeyip, mevcut kurumlara fazla umut bağlamadan kendilerini yönetmeleriyle sonuçlanır. İsyan kurulu düzene karşı bir mücadele değildir, ama başarılı olursa bu düzeni yıkacaktır. Stirner kurulu düzeni sadece yıkmak için yıkmak istemez. Kendisini düzenin üstüne çıkarmakla ilgilenir. Amacı siyasi ya da toplumsal değil, tamamen kişiseldir.

Durumun değişmesini sağlamak ve yeni durumu hukukun, devletin ya da mülkiyet haklarının yerini alması için mevcut koşullara karşı güçlü bir isyan gereklidir. Güç gereklidir. Eğer herkesin istediği şeye sahip olması isteniyorsa, onu zorla alması gerekir. Bu zorunlu olarak herkesin herkese karşı savaşı anlamına gelecektir, çünkü yoksullar ancak isyan ettiklerinde özgür ve mülk sahibi olurlar. Devletin üstesinden ancak şiddetli bir isyanla gelinebilir. Sadece isyan başarılı olabilir. Devrim başarısız olacaktır çünkü sadece başka bir olumsuz siyasi ya da sosyal durumun oluşmasına yol açacaktır. Yalnızca isyan olumsuz siyasi ve sosyal koşulları tamamen ortadan kaldırabilir ve insanın en yüksek benlik farkındalığına ulaşabileceği Egoistler Birliği’ne katılmasına izin verir.

Stirner’in Eleştirmenleri

Bu kitaba cevap veren muhalif çevreler çok geçmeden Stirner’i eleştirmeye başladılar. Başlıca muhalifleri Kuno Fischer, Ludwig Feuerbach, Moses Hess, Bruno Bauer, Marx ve Engels’ti. Marx ve Engels, Stirner’in kitabına neredeyse kelimesi kelimesine kapsamlı bir reddiye yazdılar, ancak bu reddiye o dönemde yayınlanmadı. Stirner’i en çok eleştirenler Die Freien’dan eski arkadaşlarıydı. Der Einzige und sein Eigenthum Aralık 1844’e kadar yayınlanmadı ama Engels daha Kasım ayında Otto Wigand’dan bir nüsha edinmişti. Engels 19 Kasım 1844 tarihli bir mektubunda Marx’a “onu [Stirner’in kitabını] bir kenara atmamalıyız” diye yazdı ve kitaptaki fikirlere karşı olsalar bile orada ne bulurlarsa ondan yararlanmaları gerektiğini belirtti.

“Dolayısıyla onun bahsettiği konuda doğru olan şeyi biz de kabul etmeliyiz. Doğru olan, herhangi bir davada aktif olabilmemiz için önce onu kendi egoist davamız haline getirmemiz gerektiğidir; bu anlamda, herhangi bir maddi beklenti bir yana, bizler egoist olmamız nedeniyle komünistiz, egoizm nedeniyle sadece birey değil, insan olmak istiyoruz.”

Hess 17 Ocak 1845’te Marx’a Stirner’e karşı geliştirilen saldırı taslağını yazdı. Arnold Ruge, Fršbel’e yazdığı 6 Aralık 1844 tarihli bir mektupta Stirner’in kitabının iyi bir komünizm eleştirisi olduğunu yazıyordu. Ruge 17 Aralık 1844’te kendi annesine Stirner’in kitabının Almanya’daki ilk anlaşılır felsefe eseri olduğunu yazmıştır. Bruno Bauer tarafından yazılan makalede eleştiri yer aldı. Feuerbach’ın ve Bauer’in saldırıları felsefi olmaktan çok şahsi, aceleye getirilmiş suçlamalardı.

Açık bir şekilde Marx, Stirner’in kitabını büyük bir tehdit olarak görmüştür. Der Einzige und sein Eigenthum’un neredeyse madde madde bir eleştirisi olan Die deutsche Ideologie’de ona sistematik olarak saldırmıştır. Onun eleştirisini tam olarak anlayabilmek için bu kitabı Stirner’in kitabıyla birlikte okumak gerekir. Marx, Stirner’in görüşünün temelini çürütmeye çalışmıştır. Marx’ın yorumları Stirner’e karşı kişisel bir kan davasından ziyade, bir düşünce sisteminin diğeriyle çatışmasıdır ve bu çatışmadan Marx kazançlı çıkmıştır. Diğerlerinin aksine, Der Einzige’yi eleştirirken Marx, Stirner’in çalışmasının hem olumlu hem de olumsuz yönlerini değerlendirmiştir.

Mevcut sistemin sefaletle başa çıkma konusundaki başarısızlığına işaret ettiği zaman Stirner’in haklı olduğunu itiraf etmiştir. Marx ayrıca, genellikle “duygusal ve idealist hayırseverlik” olarak adlandırılan, dindarlık ve adalet duygusuna hitap ederek zengin adamın kesesine el atma yönteminin yeterli olmadığı konusunda Stirner ile hemfikirdi. Stirner’in, insanın kendi kimliğini kazanma sürecinde mutlaka bir sınıf savaşının yaşanması gerektiğine dair iddiasına da katılıyordu. Stirner’i insanlığa, ülkeye, akıla, adalete ya da soyut özgürlüğe hitap eden sloganların anlamsızlığına işaret ettiği için övmüştür. Stirner, bu soyutlamaların yalnızca gerçek meseleleri bulandırma ve gizleme eğiliminde olduğuna işaret etmiştir. Stirner’in özel mülkiyete saldırısını beğendi, ancak Stirner’in özel mülkiyetin kaynağı hakkında çok az bilgisi olduğuna değindi. Marx ayrıca Stirner’in doğal haklar doktrinine yönelik eleştirilerine de katılıyordu, ancak kendisi Stirner’in egoizm vurgusunu ve bu yaklaşımın gerekçelerini benimsemiyordu. Marx, Stirner’in gerçek özgürlüğün maddi güç anlamına geldiği yönündeki iddialarını olumlu karşılamıştır, çünkü siyasi demokrasinin asla toplumsal demokrasiyle sonuçlanamayacağını, çünkü serbest rekabeti vurgulayan bir demokraside “maddi araçlara sahip olmayan kişinin en başından beri dezavantajlı bir konumda olduğunu” düşünmüştür. Ancak belirtmek gerekir ki Stirner, güçlülerin güçsüzleri ezdiği bir aldatmaca olarak gördüğü sosyal demokrasinin bir hayranı değildi. Marx da Stirner’le aynı fikirdeydi: politik reformlarla yetinen devrim asla halkın özgürlüğünü garanti edemez. Devrim sadece ifade özgürlüğünü garanti altına alabilir ki bu da aslında hiçbir anlam ifade etmez çünkü son çözümlemede hiçbir devlet kendisinin bu ifade özgürlüğü ile hiçliğe gömülmesine göz yummaz.

Marx’ın Der Einzige’de bulduğu kötü yanlar, Stirner’in Tanrı’yı, özgürlüğü, sonsuzluğu ve insanlığı reddetmesine rağmen bunların metodunu korumasıdır. Marx’a göre Stirner sadece Tanrı’nın soyutlamalarının yerine daha da korkunç bir soyutlama olan benliği koymuştur. Marx, Stirner’in vatanseverlik, kilise ve aile kavramlarını boş soyutlamalar olarak gördüğünü ve sanki öyle değilmişler (spook) gibi davrandığını belirttikten sonra, Stirner’in benliğe olan bağlılığının Tanrı’ya ya da vatana olan bağlılıktan gerçekten farklı olup olmadığını sorgular. Bir insan benliğinden daha fazlası değil midir? Onu toplumsal ilişkilerinden ve toplumsal bağımlılıklarından sıyırabilir, çıplak benliğinden arındırabilir ve bunları dostluklarının, aşkının ve işinin kaynağı olarak görebilir misiniz? Bu yapılabilir mi? Ya da şunu söylemek daha doğru olmaz mı? Bunu yaptığınızda onu yok etmiş olursunuz ya da en azından biricikliği yok olur. Bireysellik toplum içinde var olur. Sosyal yaşamın bir sonucudur, ön koşulu değildir. Farklı türde kişilikler farklı sosyal sistemler tarafından oluşturulur. Bireyselliği anlamak için onun içinde bulunduğu ortamı anlamak gerekir. Dolayısıyla arınmış, bağımsız benlik hiçbir zaman olmamış ve olamayacak bir şeydir.

Marx ayrıca Stirner’in, toplumsal yaşamın benliği şartlandırmasından ziyade benliğin toplumsal yaşamı şartlandırdığı iddiasından doğan subjektivist yaklaşımına da saldırır. Marx, Stirner’in devletin egemenliğini tanımamakla sadece kendini kandırmış olduğunu düşünüyordu. Marx’a göre Stirner devlete karşı etkili bir şekilde savaşamaz çünkü onun kurum olarak soyut olmasının gerçek kaynağının ne olduğunu anlamamıştır. Devleti diyalektik olarak kağıt üzerinde ortadan kaldırmak hiçbir şey ifade etmez. Devlet hâlâ oradadır, bu gerçeği görmezden gelemezsiniz.

Marx ayrıca Stirner’e, bir bireyin durumunu içinde yaşadığı toplumdan ayırabileceğimize dair düşüncesi nedeniyle de saldırır. Marx’a göre bir insanın içinde bulunduğu durum birbirini izleyen durumlardan oluşan bir şeydir; öte yandan Stirner bu durumların benlik tarafından kontrol edildiğine inanmaktadır. Marx, Stirner’in dünyanın bir durumdan daha fazlasını içerdiği konusunda yanıldığını söyler. Bir insanın ne gördüğü ve onu nasıl gördüğü, hiç de zihinsel bir durum olarak görülmeyen bir şey tarafından belirlenir. İnsanlar farklı toplumsal çevreleri nedeniyle farklı şeyler görürler. Bir toplumda önemli olan başka bir toplumda önemli olmayabilir. Marx şu sonuca varır:

Stirner’in toplumsal nominalizmi bu nedenle sadece tekil bilincin ne bulduğunu açıklamakta yetersiz kalmakla kalmaz, aynı zamanda bilincin faaliyetinin önemli biçimlerini de açıklayamaz; arzu etme, korkma ve değerlendirmeyi. Stirner … çağdaş şeylerin ve bilincin düzenini tarihsel değişmezliğe inşa etmektedir. Stirner’in bakış açısı dinidir çünkü ele aldığı tarih, bir fikirler tarihi olarak ortaya çıkar. Stirner ortaya çıkmadan önce var olan dünya, insanların yanlış dini fikirlerinin bir sonucu olarak ortaya çıkan çifte uyumsuzlukla açıklanmaktadır.

Marx’ın Stirner’e yönelttiği bu eleştiri Marx için önemlidir, çünkü burada Marx’ın yeni tarih felsefesinin tohumları bulunmaktadır:

Tinin bu tür tarihçelerinde kişinin kendini tatmin ettiği bakış açısının kendisi dinseldir, çünkü bu bakış açısında kişi dini kendi nedeni olarak kavramakla, dinle yetinmekle yetinir. Bu, dini maddesel koşullar açısından açıklamak; belirli sanayi ve ticaret ilişkilerinin nasıl zorunlu olarak belirli toplumsal biçimlere bağlı olduğunu, bunların kendilerinin de nasıl belirli devlet biçimlerine ve dolayısıyla belirli bir dinsel bilinç biçimine bağlı olduğunu göstermek yerine yapılır. Stirner Ortaçağ’ın gerçek tarihi hakkında bilgi sahibi olsaydı, Ortaçağ dünyasındaki Hıristiyanların fikirlerinin neden tam olarak bu biçimi aldığını ve bu fikirlerin daha sonra nasıl başka fikirlere dönüştüğünü keşfederdi. “Hıristiyanlığın” hiçbir geçmişi olmadığını ve farklı zamanlarda sahip olduğu tüm farklı biçimlerin “ kendi kendini belirleme ‘ ve ’ ruhun ‘ ilerleyen farkındalıkları olmadığını, ancak tamamen deneysel nedenler tarafından dinsel ruhun herhangi bir etkisinden oldukça uzaklaştığını bulacaktı.

Marx, Stirner’in egoist anarşizmine, bunun kendi sonunu getirdiğini göstermeye teşebbüs ederek karşı çıkmıştır. Marx’a göre birey, bireysel farklılıklarını kendisinden daha iyi koruyacak olan bir grupla ilişki kurarak daha fazla özgürlük kazanabilir ve kendini daha iyi geliştirebilir. Grup desteğinin yokluğu zamanla bireyi kendi yeteneklerini değerlendirme fırsatından mahrum bırakacaktır. O halde, Marx’a göre, insanın ekonomik olduğu kadar ekonomik olmayan bireysel çıkarı da grupta yatmaktadır. Bu, ilgili herkes için bir fedakarlıktır ancak insanlar arasında uyumla sonuçlanacaktır. Bu uyum, “herkesin özel kapasitelerinin avantajlarından herkesin yararlanabilmesini sağlayacak mekanizmaların ve kurumsal garantilerin oluşturulmasını” mümkün kılar.

Marx doğal olarak Stirner’in “malik” kavramına karşı çıkmıştır. Bunun yapay bir soyutlama olduğunu ve hiç kimsenin kendine ait olan bir şey için hak iddia edemeyeceğini belirtmiştir. Marx ayrıca Stirner’in “kişisel çıkar” ya da “kişinin çıkarı” kavramını da eleştirmiştir. Dahası Marx, Stirner’in ister proleter ister burjuva olsun, her türlü toplumsal sınırlamanın üstünde olduğunu düşündüğü “Biricik” bireyinin, burjuva olmayı arzulayan Alman küçük burjuvasının ifadesinden başka bir şey olmadığını gösterir.

Stirner’in Etkisi

Burada Stirner’in etkisini doğru bir şekilde tespit etmek zordur. Onun düşüncesi ile bireyci anarşizm ekolü arasında kesinlikle bir yakınlık vardır. Stirner ile diğer düşünürler ve hareketler arasındaki bağlantı o kadar kolay kurulamaz, ancak bazı yazarlar Stirner’i Nietzsche’nin bir önderi olarak tasvir ederken, diğerleri faşizmin tohumlarının Der Einzige und sein Eigenthum’da bulunduğuna işaret eder, Yine diğerleri Stirner’i varoluşçuluk akımının bir öncüsü olarak konumlandırır. Ben de Stirner ile Sozialistischer Deutscher Studentenbund’un çağdaş lideri Rudi Dutschke arasında mantıksal bir paralellik görebiliyorum. Bugün Stirner’e çok şey atfediliyor, ancak yaşadığı süre boyunca herhangi bir öğrenciye ya da takipçiye sahip olamadı.

Stirner’in yaşadığı dönemdeki etkisi, Stirner’in fikirlerini Berliner Abendpost gazetesinde temsil eden Julius Faucher (1820–1878) ile sınırlı görünmektedir. Bu gazete elbette kısa sürede bastırılmıştır. Zenker bize Faucher’in Stirner’in düşüncesini kavrayışının bir örneğini verir:

Stirner’in bireyci yaklaşımının o dönemde Almanya’nın en radikallerine bile ne kadar anormal ve acaip geldiği, Max Wirth tarafından kaydedilen ve Faucher’in Frankfurt’ta Parlamento’daki Sol Parti’nin müdavimi olduğu bir handa Cumhuriyetçi Schlšffel ile yaptığı bir konuşmadan açıkça anlaşılmaktadır. “Schlšffel Radikal görüşleriyle övünmeyi severdi, tıpkı o dönemde Sol üyeler arasında olabildiğince aşırı olmakla övünen pek çok kişi gibi. Faucher’in siyaset akımından uzak durmasına şaşırdığını ifade etti.” İnsanları paradokslarla şaşırtmaktan zevk alan Faucher, “Çünkü siz benim için Sağ Parti’ye çok yakınsınız,” diye cevap verdi. Schlšffel uzun sakalını gururla sıvazladı ve “Bunu bana mı söylüyorsun?” diye cevap verdi. “Evet,” diye devam etti Faucher, ”çünkü siz Cumhuriyetçilerin vücut bulmuş halisiniz; hala bir devlet istiyorsunuz. Ben ise hiç devlet istemiyorum ve bu nedenle de solun senden daha aşırı bir üyesiyim.” Schlšffel bu paradoksları ilk kez duyuyordu ve cevap verdi: “Saçmalık; bizi Devlet’ten kim kurtarabilir?” Faucher’in yanıtı “Suç” oldu, yüzünde acınacak bir ifade vardı. Schlšffel arkasını döndü ve tek kelime daha etmeden partiden ayrıldı. Diğerleri, mağrur demagogun bu şekilde alt edilmesine kahkahalarla gülmeye başladılar ama kimse Faucher’in sözlerinde diyalektiğin bir şakasından daha fazlasını düşünmemiş görünüyordu. Bu anekdot Stirner’in fikirlerinin nasıl anlaşıldığına dair iyi bir örnektir ve Faucher’in o dönemin en Radikal politikacıları arasında “bireyci” olan tek kişi olduğunu gösterir.

Nettlau, “çok az kitabın bu kadar yanlış anlaşıldığını ya da bu kadar farklı incelemelere tabi tutulduğunu” yazarken de Zenker ile aynı fikirdedir.

En büyük etkisi 19. yüzyılın sonlarına doğru ortaya çıkmıştır. Genel olarak Stirner’in bireyci anarşizmin kurucusu olduğu kabul edilir. Almanya’da 1890’larda başlayan bireyci anarşist hareketin izleri doğrudan Stirner’in yazılarına kadar götürülebilir.

Nietzsche Stirner’den etkilenmiş midir? Crane Brinton’ın aksi yöndeki itirazlarına rağmen Nietzsche muhtemelen etkilenmiştir. Nietzsche’nin yazılarında Stirner’den bahsedilmemesine rağmen, yazılarını karşılaştıran çok sayıda çalışma yapılmıştır. Son analizde, Nietzsche’nin Stirner’i bildiğini kanıtlayacak tek bir kanıt vardır. Lšwith bu durumu şöyle ifade eder:

Bu arada Overbeck’in tanığı, sadece “materyalizmin tarihi” aracılığıyla değil, Nietzsche’nin Stirner’den haberdar olduğunu kanıtlıyor. Ve Nietzsche, Stirner hakkındaki bilgisinde bu kadar “ dikkatli ” davranmıştır çünkü Stirner’e hem ilgi duymuş hem de ondan tiksinmiş ve onunla aynı kefeye konulmak istememiştir.

Stirnerciliğin bir başka önemli yönü de, özellikle Mussolini açısından, faşizmin gelişimi üzerindeki etkisidir. Mussolini’nin Der Einzige und sein Eigenthum’u okuduğu ve Stirner’in bireyciliğine hayran olduğu bilinmektedir. Laura Fermi, Stirner’in düşüncesinin Mussolini üzerindeki etkisi sorusunu sadece gündeme getirmekte ve ayrıntıya girmemektedir. Fermi’nin anlattıkları, Mussolini’nin yazıları üzerinde yapılacak esaslı bir çalışmanın muhtemelen sağlam bir bağlantı kuracağını göstermektedir.

Son zamanlarda moda olan, Stirner’i varoluşçuluğun ilk temsilcilerinden biri, Kierkegaard’ın fikir babası olarak görmektir. Karl Lšwith şöyle der:

Kierkegaard, Marx’ın zıttı olarak Stirner’i takip eder. Stirner gibi, tüm toplumsal dünyayı kendi “benliğine” indirger. Ancak aynı zamanda kendini Stirner’e tamamen karşıt bulur; bireyi yaratıcı hiçliğe dayandırmak yerine, bireyi dünyanın yaratıcısı olan “Tanrı’nın huzuruna” yerleştirir.

Yine Martin Buber de Kierkegaard’ın Stirner’e olan borçluluğunu göstermeye çalışır. Hem Herbert Reed hem de Henri Arvon şu soruyu sormaktadır: Eğer Hristiyan varoluşçuluğu Kierkegaard’ı tanıyorsa, ateist varoluşçuluk neden Stirner’i görmezden gelmeye devam etmektedir? Ateist varoluşçu yazarların oyunları ve romanlarındaki karakterlerin çoğu Stirner’inkiyle aynı gibi gözüken bir felsefenin etrafında kurgulanmış olsa da, bunu kesin kanıtlarla tatmin edici bir şekilde kanıtlamanın bir yolu yoktur.

Ateist varoluşçular Stirner’i görmezden gelebilir ama Stirner bugün popülerdir. Marx’ın Stirner, Bakunin ve diğer anarşistlerle girdiği ve kazandığını sandığı savaşlar hiçbir şeyi çözümlemedi. Yere serdiği devler bir kez daha canlandı. Stirner tarafından ortaya atılan ve Marx tarafından karşı çıkılan meseleler bugünün dünyasında, özellikle de Amerika Birleşik Devletleri, Fransa ve Batı Almanya’da belirgin bir öneme sahiptir. Marksizm bir kez daha anarşizmle ölüm kalım mücadelesine girmiştir. Görünen o ki anarşistler en azından Fransa’da, Batı Almanya’da ve hatta anarşizmin Radikal Sol’a dünyanın sorunlarını çözme konusunda Marksizm’den daha fazla umut vaat ettiği Amerika Birleşik Devletleri’nde Marksistlere karşı zafer kazanacak. Batı Almanya, Fransa ve Amerika Birleşik Devletleri’nde anarşistler ve diğer gruplar bugün Kurulu Düzen olarak adlandırdıkları devleti yıkmak için isyanı kullanmayı savunuyor. Almanya’da Rudi Dutschke, Stirner’in Egoistler Birliği’ne çok benzeyen küçük insan grupları kurmuştur. Dutschke ve SDS’nin bazı militanları, bireyin özgürleşmesinde sadece isyanın başarılı olabileceğine dikkat çekmişlerdir. Devrim sadece yeni bir düzen kurmayı başarır; toplumu değiştiremez. Bireyi özgürleştirmenin bir aracı olarak devrimin başarısızlığını göstermek için Rus Devrimi kullanıyorlar. Bilmiyorum Stirner’in yazılarını inceledi mi ama Dutschke’nin isyana ve insanları özgürleştirmek için küçük grupların geliştirilmesine olan inancı ile Stirner’in devrim karşısında isyanın üstünlüğüne olan benzer düşüncesi ve Stirner’in Egoistler Birliği arasında benzerlikler var.

Yazar Hakkında