H. H. Hoppe'un 'Sosyalizme Karşı' Konferansı

· Yazar: Furkan Yelgen
H. H. Hoppe'un 'Sosyalizme Karşı' Konferansı

Bu konferansın planlama aşamasında Murray Rothbard ve ben, derslerimin konularının ne olması gerektiğini tartıştık ve onun fikri, ekonominin felsefive metodolojik temellerive ekonominin diğer bilimsel disiplinlerle ilişkili sorunlarıyla ilgilenme görevini bana vermekti.

Bunu memnuniyetle kabul ettim çünkü böyle konuların son derece önemli olduğuna ve ancak bunları doğru bir şekilde anlamanın yalnızca saçmalıklar üretmenin önüne geçeceğine ikna oldum. Ancak metodolojik olmayan bir konu üzerine konuşmak da benim arzumdu ve bu konu, bugünkü konuşmamın konusu olan sosyalizmdir. Ancak burada rolüm yöntembilimci(metadolog) ve filozof olduğu için, bu konuşmaya bazı metodolojik düşüncelerle başlamak istiyorum. Bu düşünceler, temelde doğru şeyler yapmanın, yani doğru bir epistemolojiye ve kendi disiplininin felsefesine sahip olmanın ne kadar önemli olduğunu bir kez daha vurgulayacaktır, eğer yoldan çıkıp bir tür göreceli dogmatizme düşmek istemiyorsanız.

Her tarafsız gözlemci için, aşağıdaki ifadenin doğru olduğu ve empirik bir ifade olarak neredeyse şüpheye yer bırakmayacak şekilde kabul edilebilir olduğu açıktır. Sovyetler Birliği, (sosyalist dönemdeki)Doğu Avrupa, Küba, Çin ve benzeri ülkelerde tam anlamıyla sosyalizm altında sürdürülen yaşam; ABD, Batı Almanya, Japonya, İsviçre ve benzeri, sosyalizmin kısmen var olduğu ancak daha az yaygın olduğu Batı ülkelerindeki yaşamla kıyaslandığında sefil bir haldedir. Aradaki fark o kadar barizdir ki, bu topyekûn sosyalist ülkeler, nüfusun kitlesel olarak dışarıya akmasını önlemek için acımasız göç kısıtlamalarına başvurmak zorunda kalmaktadır.

Batı ve Doğu Almanya bu durumu en dramatik şekilde örneklemektedir. Bu durumda, göçmenler için dil ve kültür engellerinin olmadığı, Doğu Almanya’ya karşı hiçbir zaman göç kısıtlamaları olmadığı ve her Doğu Alman’a otomatik olarak Batı Alman vatandaşlığı verdiği için Batı Almanya’ya girmenin kurumsal bir sorunu olmadığı bu durumda, Sosyalist Doğu’dan Batı’nın sözde ‘sosyal serbest piyasa ekonomisine’ nüfus akışı öyle boyutlara ulaştı ki, 1961’de Doğu Almanya kelimenin tam anlamıyla dev bir esir kampına dönüştürülmek zorunda kaldı. Nüfusu kampta tutabilmek için dünyanın daha önce hiç görmediği türden bir sistem inşa etmek zorunda kaldı: duvarlar, dikenli teller, elektrikli çitler, mayın tarlaları, otomatik ateş eden cihazlar, gözetleme kuleleri, köpekler ve insanlardan oluşan neredeyse 1450 km uzunluğundaki bu sistemin tek amacı halkın sosyalizmden kaçmasını engellemekti.

Gerçek sosyalizme az çok aşina olan, bu tür ülkelere seyahat etmiş ve sınırlı da olsa bazı günlük yaşam faaliyetlerine katılmış herkes için empirik kanıtlar çok açık görünmektedir. Sıkıntıların nedeni de aynı derecede açıktır. Ancak Batı ülkelerindeki tipik liberal üniversite eğitimi boyunca yayılan sofistike kafa karışıklığıyla beyni tamamen yıkanmamış hemen herkesin fark ettiği şey, bu ülkelerde üretim araçlarında özel mülkiyetin neredeyse hiç olmadığıdır. Bunun yerine, neredeyse tüm üretim faktörleri ortak mülkiyet altındadır; tıpkı sizin Birleşik Devletler Posta Servisi’ne, benim de Batı Almanya’da Alman Federal Posta Servisi’ne sahip olmam gibi. O halde neden hala sosyalizmi savunan görünüşte ciddi insanlar var? Neden hala birçok sosyal bilimci, üretim faktörlerini özel kontrol yerine toplumsal kontrol altına almak istiyor?

Murray’in en sevdiği terimlerden birini kullanırsak, basitçe ‘kötü’ olabilirler. Sefaletle hiçbir sorunları olmayabilir, özellikle de bu sefalet sadece başkaları içinse ve kendileri bu sefaleti yönetmekle görevliyken iyi durumda iseler. Ancak ben bu grupla çok fazla ilgilenmiyorum çünkü giderek özelleşen sosyal ve ekonomik yaşam karşısında daha düşük yaşam standartlarını açıkça savunan bir grup neredeyse hiç popülerlik kazanmayacaktır.

Ben daha ziyade, sosyalizmi kapitalizmden daha fazla değer ürettiği iddiasıyla savunan ve bahsettiğim aksi yöndeki kanıtları konu dışı ya da sadece kaza sonucu olarak tanımlayan sosyalizm savunucusu grupla ilgileniyorum. Sanırım bunun sosyalist arkadaşlarımız arasında daha popüler bir pozisyon olduğuna sizi ikna etmeme gerek yok. İnsan burada ciddi bir yanlışlık olduğunu hemen hisseder. Sovyet Rusya deneyiminin sosyalizme karşı kesin bir kanıt olduğu nasıl inkar edilebilir? İnsanlar böyle saçma bir tavır almaktan nasıl kurtulabilir?

Bana öyle geliyor ki cevap, kulağa saygın gelen bir felsefeden yararlanmak için icat ettikleri ve bu felsefenin bir empirizm felsefesi olduğudur. Empirizm, bu saçma pozisyona hala sahip olduğu güvenilirliği veren şeydir. Bu nedenle, sosyalizme ekonomik bir bakış açısıyla saldırmak isteniyorsa, her şeyden önce empirizme saldırmak gerekir. Çünkü empirizm, sosyalizmin daha verimli bir üretim sistemi olduğu fikrinin Sovyet Rusya deneyimi tarafından kesin olarak çürütülmesini engellemeyi mümkün kılan entelektüel araçları sunmaktadır.

Avusturya İktisat Okulu’nun sosyalizm eleştirisi, sosyalizme ve empirizme eşzamanlı bir saldırıdır. Bu, sosyalizm ile daha düşük yaşam standartları arasındaki bağlantının zorunlu olduğunu açıklar. Sovyet Rusya deneyimi neden kazara değildir ve empiristlerin bunu böyle gösterme çabası neden doğrudan entelektüel hatalara dayanmaktadır? Empirizm Sovyet Rusya deneyiminin belirleyiciliğini nasıl inkar edebilir? Empirizmin temel varsayımı hakkında söylediklerimi hatırlayın. Birincisi, gerçeklik hakkında önsel(a priori) olarak hiçbir şey kesin olarak bilinemez ve bu nedenle ikinci olarak bir deneyim, ne iki veya daha fazla olay arasında kesinlikle bir ilişki olduğunu ne de bir ilişkinin kesinlikle var olmadığını kanıtlayabilir. Bunu şu an için bir başlangıç noktası olarak varsayarsak, sosyalizmin üstün bir toplumsal sistem olduğunun empirik olarak çürütüldüğü sonucunun nasıl atlatılabileceğini görmek oldukça kolaydır.

Tabii ki, bir empirist sosyalist gerçekleri inkar etmez. Sovyet Rusya ve Doğu Avrupa’da ABD ve Batı Avrupa’dan daha düşük bir yaşam standardı olduğunu tartışmayacaktır. Ancak empirist inanç sistemi çerçevesinde, bu tür deneyimlere dayanarak sosyalizme karşı ilkesel bir görüş formüle edilebileceğini kolayca reddedebilir. Sovyet Rusya veya başka bir deneyimle ilgili olarak, şu şekilde kolayca görünüşte yanlışlayıcı argüman sunabilir: “Elbette ki gerçekler içler acısı ancak sonuçları sadece maalesef ihmal edilmiş ve kontrolsüz bazı koşullar tarafından üretilmiştir, bu koşullar gelecekte ele alınacak ve o zaman sosyalizm ile daha yüksek bir yaşam standardı arasındaki olumlu ilişki ortaya çıkacaktır, sadece bekleyin.”

Batı ve Doğu Almanya arasındaki karşılaştırmanın görünüşte çarpıcı kanıtları bile bu şekilde açıklanabilir. Örneğin, Batı’daki daha yüksek yaşam standardının, Batı’da önemli ölçüde daha fazla üretim aracının eskiden ve şu anda özel mülk olması nedeniyle değil, başka bir nedenden kaynaklandığını iddia edebilirler. Doğu Almanya Sovyetler Birliği’ne tazminat ödemek zorundayken Marshall Yardımı Batı Almanya’ya gelmiş olduğu için ya da Doğu Almanya’nın en başından beri Almanya’nın daha az gelişmiş kırsal tarım bölgelerini kapsadığı ve bu nedenle hiçbir zaman aynı başlangıç noktasına sahip olmadığı ya da doğu eyaletlerinde serflik geleneği Batı’dakilere göre çok daha sonra terk edilmiş ve bu nedenle hem Doğu hem de Batı Almanya’da insanların mentalitesi gerçekten farklıydı, vb.

En mükemmel şekilde kontrol edilen deney bile, ki Almanya’daki örnek açıkça bir deney gibidir, bu durumu değiştiremez. Çünkü açıklanması gereken değişken üzerinde etkisi olabilecek tüm değişkenleri kontrol etmek hiçbir zaman mümkün olmayacaktır. Aslına bakılırsa, bu evreni oluşturan tüm değişkenlerin ne olduğunu bile bilemeyiz, çünkü bu soru sürekli olarak yeni keşfedilen deneyimlere açıktır. Dolayısıyla, az önce tanımlanan bağışıklama stratejisi istisnasız ve şaşmaz bir şekilde işe yarayacaktır. Dahası empirist doktrine göre olaylar arasındaki nedensel bağlantılar gözlemlenemez. Gözlemlenebilecek tek şey, belirli türden olayların zaman içinde birbirini takip edip etmediğidir. Başka bir deyişle, empirizme göre, belirli olayların başka bir şeyin olası nedeni olduğunu kategorik olarak dışlamanın hiçbir yolu yoktur. Görünüşte en saçma şeyler bile, zaman içinde daha önce gerçekleşmiş olmaları halinde olası nedenler olabilir ve bu nedenle tabiri caizse bahanelerin sonu yoktur.

Sosyalizme karşı yöneltilen suçlama ne olursa olsun, yalnızca empirik kanıtlara dayanıyorsa, empirik düşünen sosyalistler, belirli politikaların sonuçlarının ne olacağını fiilen denemeden önce bilmenin bir yolunun olmadığını savunabilirler. Gözlemlenebilir sonuçlar ne olursa olsun orjinal sosyalist fikir - Neo-Popperci Filozof Lakatos’un adlandırdığı üzere kişinin araştırma programının esası - şimdiye kadar ihmal edilmiş olan bazı değişkenlere dikkat çekilerek her zaman kolayca kurtarılabilir. Negatif sonuçtan sorumlu olduğu varsayılan kontrol dışı bir değişkenin yeniden revize edilen hipotez ile tekrar süresiz olarak denenmesi gerektiğinden, deneyim bize yalnızca belirli bir sosyalist politika planının daha fazla zenginlik üretme hedefine ulaşmadığını, ancak biraz daha farklı bir politikanın farklı sonuçlar üretip üretmeyeceğini veya zenginlik üretimini geliştirme hedefine ulaşmanın herhangi bir sosyalist politika ile imkansız olduğunu bize asla söyleyemez.

Bu örnekle empirist felsefenin gerçekte ne kadar dogmatik olduğu anlaşılmaktadır. İddia edilen açıklığına ve deneyime başvurmasına rağmen, empirizm aslında kişinin eleştiri ve deneyime karşı tamamen bağışıklık kazanmasını sağlayan entelektüel bir araçtır. Bunu benimsemek, tabiri caizse cinayetten sıyrılma girişimidir. Burada artık empirizmin eleştirisine girmek istemiyorum; ancak metodolojiye yapılan bu küçük değinme sosyalizme karşı ilkeli bir görüş formüle etmenin ne kadar önemli olduğunu göstermeyi amaçlıyordu, tabii ki sosyalizme karşı bir görüş formüle etmek isterseniz.

Ve elbette böyle ilkeli bir görüşün Praksiyolojiye dayandırılması gerekir; yani, a priori(önsel) bir argümana ve akıl yürütmeye dayanan bir durum olmalıdır. Bu görüş neye benziyor? A priori bir eylem bilimi olarak ekonominin, eylemin tartışılmaz aksiyomuna ve eylemde ima edilen amaçlar, araçlar, maliyet, kâr gibi kategorilerin anlaşılmasına ve bu kategoriler açısından karakterize edilen bir durumun belirli bir şekilde değiştirilmesi halinde ortaya çıkan sonuçların mantıksal bir analizine dayandığını hatırlayın.

Öncelikle ekonomik açıdan sosyalizm ile kapitalizm arasındaki farkı tanımlayayım. Geriye kalan, sosyalizmin zorunlu olarak daha aşağı bir üretim sistemi olduğu yargısı, esasen tam da bu tanımdan kaynaklanmaktadır. Sosyalizmi ve bunun aksine kapitalizmi anlamak için anahtar kavram, ‘mülkiyet’ kavramıdır. Açıkçası, mal kıtlığı olmasaydı mülkiyet fikrine de gerek kalmazdı. Eğer aşırı mal bolluğu nedeniyle, benim bu malları şu anki kullanımım ve tüketimim ne benim ne de başka herhangi bir kişinin şu anki ya da gelecekteki mal arzını azaltmayacaksa, o zaman mallara mülkiyet hakkı atamak gereksiz olacaktır. O halde mülkiyet hakları fikrini geliştirmek için malların kıt olması gerekir ki bu malların kullanımına ilişkin çatışmalar ortaya çıkabilsin. Mülkiyet haklarının işlevi, tümüyle sahiplik veya kontrol hakları tahsis etmek suretiyle kıt kaynakların kullanımına ilişkin bu tür olası çatışmaları önlemektir. Dolayısıyla mülkiyet normatif bir kavramdır; kıt kaynakların kullanımına ilişkin karşılıklı bağlayıcı davranış kuralları veya normlar öngörerek çatışmasız bir etkileşimi mümkün kılmak üzere tasarlanmıştır.

Elbette kavramsal olarak bu problemi çözmenin çok sayıda yolu vardır. Esasen John Locke tarafından formüle edilen kapitalist yöntem şudur: kıt malların kullanımı konusunda kaçınılmaz çatışmalardan kaçınmak için, bir malı başkası kullanmadan önce ilk kullanan kişi o malın sahibi olur. Onunla ne yapacağına ya da yapmayacağına o karar verir. İkinci olarak da, bir mal ilk kez sahiplenildikten ya da emeğin karıştırılmasıyla o mala sahip olunduktan sonra - Locke’un kullandığı ifade budur -, bu malın mülkiyetinin ancak mülkiyet hakkının bir önceki mal sahibinden bir sonraki mal sahibine sözleşmeye dayalı olarak devredilmesi yoluyla elde edilebileceği belirlenmiştir. Öte yandan saldırganlık, bu mülkiyet hakları fikrine göre şu şekilde tanımlanır: Bir kişi, ancak ve ancak, ilk kez sahiplenerek veya sözleşmeyle mülk edinilmiş bir malın fiziksel bütünlüğünü izinsiz bir şekilde değiştirirse veya, ancak ve ancak, sahibinin bu malı kullanmak istediği kullanım alanlarını kısıtlarsa bu saldırganlıktır. Bir mal sahibi, diğer kişilerin sahip olduğu mallara müdahale etmediği veya fiziksel olarak zarar vermediği sürece malıyla istediği her şeyi yapabilir. Bu, özel mülkiyet fikridir ve saf kapitalizm ya da piyasa ekonomisi sisteminin altında yatan fikirdir.

Bununla karşılaştırıldığında,mülkiyet haklarının sosyalist tanımlama biçimi şöyledir: tüketim mallarına ilişkin olarak, az önce tanımlandığı gibi özel mülkiyet vardır; ancak üretim faktörlerine - yani tüketim mallarını üretmek için gerekli olan mallara - ilişkin olarak özel mülkiyet diye bir şey yoktur. Üretim faktörleri daha ziyade toplumsal olarak sahiplenilir, yani hiç kimse, tek bir kişi ya da belirli grup insan, bu mallara sahip olamaz ve bunların ne şekilde kullanılacağını özellikle belirleyemez. Ve hiç kimse bu mallara sahip olmadığı için, elbette hiç kimsenin bunları satmasına da izin verilmez. Bunun yerine, bu mallar kolektif olarak sahiplenilir, tabiri caizse insanlık onların sahibidir, ancak belirli bir kişi ya da grup değildir. Bir üretim faktörünü fiilen ilk kullanan kişi, daha sonra gelen bir kişiden daha fazla ona sahip değildir ve bu malın önceki kullanıcısıyla sözleşme yapan bir kişi, önceki sahibi veya önceki kullanıcısıyla sözleşme yapmayan bir kişiden daha fazla ona sahip değildir. İnsanların üretim faktörlerini yalnızca emanetçi olarak ya da emanetçiler topluluğu adına geçici yönetici olarak kullanmalarına izin verilir ve bu tür malları kullanmaları her zaman bu emanetçiler topluluğunun emir ve kararlarına bağlıdır.

Şimdi, böyle bir emanetçi ekonomisine sahip olmak ne anlama gelir? Özel olarak, özel mülkiyet sisteminden üretim araçlarının toplumsallaştırıldığı bir sisteme geçmek ya da tam tersini yapmak ne anlama gelmektedir?

Kapitalizm yerine sosyalizmi benimsemenin birbiriyle yakından ilişkili, dikkatlice tanımlanmış dört ekonomik kusuru ve benim sosyolojik etki olarak adlandıracağım bir etkisi vardır. Tüm bu etkilerin, az önce açıklanan sosyalist mülkiyet hakları fikrinin benimsenmesinin mantıksal olarak zorunlu sonuçları olduğuna varılabilir.

Birincisi, açık bir şekilde özel mülkiyet sistemiyle karşılaştırıldığında, sosyalizm mülkiyet haklarının yeniden dağıtılması ve dolayısıyla gelirin de yeniden dağıtılması anlamına gelir. Mülkiyet hakları, üretim araçlarının gerçek kullanıcıları ve üreticilerinden ve bu araçları daha önceki kullanıcı ve üreticilerinden karşılıklı rızayla edinmiş olanlardan uzaklaştırılarak,en iyi ihtimalle herkesin daha önce sahip olduğu şeylerin emanetçisi olarak kaldığı bir emanetçiler topluluğuna yeniden dağıtılır. Ancak bu durumda bile her bir önceki kullanıcı, üretici ve yüklenici gelir açısından zarar görecektir çünkü artık üretim araçlarını satamayacak ya da bunların kullanımından elde edilen kârı özel olarak kendine mal edemeyecektir ve dolayısıyla onun için üretim araçlarının değeri düşecektir. Öte yandan bu üretim araçlarını kullanmayan, üretmeyen ve yüklenici olmayan herkes, daha önce kullanmadığı, üretmediği veya kullanmak için sözleşme yapmadığı kaynaklar üzerinde en azından kısmi bir söz hakkına sahip olarak, bunların emanetçisi konumuna yükseltilerek kayırılacak ve geliri artacaktır.

Dahası, olası tüketimden vazgeçerek bunun yerine fonları üretken bir şekilde, yani gelecekteki tüketim mallarının üretimi için, kullanmak üzere biriktiren ve artık bu tür faaliyetlerin meyvelerini özel olarak toplayamayan insanlardan; sosyalizmi benimseyerek artık tasarruf sahibinin fonları üzerinde kısmi de olsa söz sahibi olan tasarruf sahibi olmayanlara doğru gelirin yeniden dağıtılması söz konusudur. Artık, sosyalizm açıkça üretim araçlarını kullanmayanları, üretmeyenleri ve yüklenici olmayanları desteklediğinden ve belirli değişiklikler yapılarak kullanıcılar, üreticiler ve yüklenicilerin maliyetlerini yükselttiğinden, bu ikinci rollerde hareket eden daha az insan olacak. Kıtlığı fark edilen doğal kaynaklara daha az orijinal tahsisat olacaktır; daha az yeni üretim, daha az eski üretim faktörlerinin bakımı ve daha az sözleşme yapılacaktır çünkü tüm bu faaliyetler maliyet içerdiği ve bunları gerçekleştirmenin maliyetleri yükseltilmiştir.

Boş zaman tüketim faaliyetleri gibi, aynı zamanda nispeten daha az maliyetli olan ve dolayısıyla aktörler için daha çekici hale gelen başka alternatif eylem yolları da mevcuttur. Aynı şekilde, özel tasarrufların özel yatırıma dönüştürülmesine artık izin verilmediğinden herkesin yatırım kanalları kurumuştur. Dolayısıyla daha az tasarruf ve daha fazla tüketim, daha az çalışma ve daha fazla boş zaman olacaktır; sonuçta artık kapitalist olamazsınız ve dolayısıyla tasarruf etmek için en az bir nedeniniz daha azalır. Tüm bunların sonucu, mübadele edilebilir malların üretiminin azalması ve bu mallar açısından yaşam standardının düşmesi olacaktır. Bu düşük yaşam standartları insanlara zorla dayatıldığı için ve mübadele edilebilir mallara kıyasla boş zaman değerlendirmelerini kasıtlı olarak değiştiren tüketicilerin doğal tercihi olmadığından - yani onlar tarafından istenmeyen bir yoksullaşma olarak deneyimlendiğinden - bu tür kayıpları yeraltına inerek, ek iş yaparak ve karaborsalar yaratarak telafi etme eğilimi gelişecektir. İlk ekonomik etki için bu kadarı yeterli.

İkincisi: Üretim araçlarının toplumsallaştırılması politikası, bu tür araçların israfla kullanılmasına, yani en iyi ihtimalle ikinci sınıf ihtiyaçları karşılayan, en kötü ihtimalle de hiçbir ihtiyacı karşılamayan ama sadece maliyetleri artıran bir kullanımla sonuçlanacaktır. Bu içgörüyü öncelikle Mises’e ve onun sosyalizm altında ekonomik hesaplamanın imkansız olduğunu keşfetmesine borçluyuz. Esasen bu içgörü çok basittir, ancak bu onu daha az önemli kılmaz. Üretim araçları satılamadığından, üretim araçları için piyasa fiyatları da oluşmaz. Ancak bu durumda toplumsallaştırılmış üretim araçlarının emanetçi-üreticileri artık kaynakları kullanmanın ya da üretim yapısında herhangi bir değişiklik yapmanın içerdiği parasal maliyetleri belirleyemez ve bu maliyetleri satışlardan bekledikleri gelir ile karşılaştıramazlar.

Belirli bir üretim aracını kullanmanın alternatif bir yolunu görebilecek diğer bireylerden herhangi bir teklif almasına izin verilmediğinden, emanetçi neyi kaçırdığını ya da vazgeçilen fırsatların neler olduğunu bilemez ve dolayısıyla kaynaklarla ne yaparsa yapsın ilgili maliyetleri değerlendiremez. Kaynakları kullanma ya da kullanımlarını değiştirme şeklinin parasal getiriler açısından daha kötü sonuçlar doğurup doğurmadığını ya da ilgili maliyetlerin getirilerden gerçekten daha yüksek olup olmadığını ve dolayısıyla tüketim malları çıktısının değerinde mutlak bir düşüşe neden olup olmadığını keşfedemez. Tüketici talebi için üretim yapma yönteminin, tüketicilerin en acil ihtiyaçlarını karşılamanın akla gelebilecek alternatif yollarına kıyasla gerçekten en verimli yöntem olup olmadığını ya da daha önemsiz ihtiyaçların, daha acil olanların ihmal edilmesi pahasına karşılanıp karşılanmadığını ve dolayısıyla üretilen malların değerinde en azından göreceli bir düşüşe neden olup olmadığını da belirleyemez. Ekonomik hesaplama araçlarına sınırsızca başvurmadan bunu bilmenin hiçbir yolu yoktur. Toplumsallaştırılmış bir üretim sistemi, özel kişilerin üretim araçlarını emanetçiler topluluğunun elinden almasını yasadışı hale getirerek esasen iyileştirme fırsatlarının algılandıkları ölçüde değerlendirilmesini engeller.

Ve elbette, hizmet edilmesi gereken tüketici pazarı ne kadar büyükse ve farklı tüketici gruplarının özel zaman ve mekan koşullarına ve teknolojik olanaklara ilişkin tercihleri hakkındaki bilgi, farklı bireyler arasında ne kadar çok dağılmışsa, insanların bu tür iyileştirme fırsatlarını algılamaları da o kadar olasıdır. Ancak bu fırsatların değerlendirilmesi kısıtlandığında, aynı madalyonun iki yüzü olan israf ve kıtlıklarla birlikte üretim araçlarının daha fazla yanlış tahsisi ortaya çıkacaktır. Ve bunun da elbette yoksullaşmaya katkıda bulunduğunu belirtmeye gerek yoktur.

Üçüncü etki: Üretim araçlarının toplumsallaştırılması, bu araçların aşırı kullanımına neden olur; bunların bakımsız kalmasına ve tahrip edilmesine yol açar. Üretim faktörlerini satma ve gelirlerini özel olarak tutma hakkına sahip olan bir özel mülk sahibi, bu nedenle, istihdam edilen sermayenin değeri pahasına meydana gelen üretim artışından kaçınmaya çalışacaktır. Amacı, üretilen ürünlerin değerini ve bunların üretiminde kullanılan kaynakların değerini maksimize etmektir çünkü her ikisinin de sahibidir.

Bir emanetçi için durum tamamen farklıdır, tamamen farklı bir teşvik yapısıyla karşı karşıyadır. Üretim araçlarını satamadığı için sermaye değerinde aşırı bir azalma pahasına üretim yapmama güdüsü tamamen ortadan kalkmaz ise en azından azalır.

Daha ziyade, emanetçinin üretim araçlarını satamaması, onun için, üretim faktörlerinin herhangi bir şekilde kullanılmasından elde edilebilecek parasal ya da psişik geliri, bu sermayede somutlaşan değer pahasına artırma teşvikinin yükseldiği anlamına gelir. Örneğin, gelirini üretilen malların çıktısına bağlı olarak gördüğü ölçüde, kullanılan sermaye için ne anlama geldiğine bakılmaksızın bu çıktıyı artırmaya yönelik teşviki artacaktır. Ya da emanetçi üretim araçlarını resmi üretim amaçları için değil de özel amaçlar için - özel olarak kullanılan ya da karaborsa malların üretimi- kullanma fırsatları görürse, sermaye değerleri pahasına bu çıktıyı arttırmaya teşvik edilecektir. Her durumda, sermaye tüketimi ve mevcut sermayenin aşırı kullanımı meydana gelecektir. Sermaye tüketiminin bir kez daha artması elbette göreceli bir yoksullaşma anlamına gelecektir çünkü bunun sonucunda gelecekteki mübadele mallarının üretimi azalacaktır.

Dördüncü etki: Sosyalizm, üretmeye karar verdiği her şeyin çıktısının kalitesinde bir düşüş anlamına gelir. Kapitalizm sistemi altında, üretim araçlarının ve bunların yardımıyla üretilen çıktının özel mülkiyete ait olduğu, tüm çalışanların bunun böyle olduğunu algıladığı ve dolayısıyla maaşlarının nihai olarak firmanın başarısına bağlı olduğunu bildiği herhangi bir sıradan işletmede, ürün kalitesi firmanın ana kaygısıdır. Firma ancak ürünlerini en azından maliyetlerini karşılayacak bir fiyatta ve miktarda satabilirse konumunu koruyabileceğinden ve muhtemelen büyüyebileceğinden, üretilen ürün ya da hizmetlere olan talep ya göreceli kalitelerine ya da fiyatlarına bağlı olduğundan - fiyat elbette kalitenin bir ölçütüdür - üreticiler sürekli olarak ürün kalitesiyle ilgilenmek zorundadır. Ve ilgilenmeleri gereken ürün kalitesi, keyfi bir teknik ya da uzman standartlar tarafından tanımlanan kalite değil bir ürünün gönüllü alıcıları tarafından tanımlanan ve algılanan kalitedir.

Sosyalizmde işler tamamen farklıdır; burada sadece üretim araçları toplumsal olarak sahiplenilmez, aynı zamanda bu üretim faktörlerinin yardımıyla üretilen çıktı da elbette toplumsal olarak sahiplenilir. Ancak bu, üreticilere tahsis edilen gelirin, tüketicilerin üretilen mal ve hizmetlere ilişkin değerlendirmelerinden ya tamamen bağımsız olduğunu ya da en azından gevşek bir şekilde bağlantılı olduğunu söylemekten başka bir şey değildir. Doğal olarak bu gerçek her bir üretici tarafından algılanmaktadır. O halde neden ürün kalitesini arttırmak ve tüketicileri kapitalizmdeki bir üreticinin yapmak zorunda olduğu kadar dikkate almak için özel çaba sarf etsinler? Bunun yerine, sosyalizmdeki üreticiler, içinde faaliyet gösterdikleri kurumsal ortam nedeniyle, tüketicilerin taleplerine göre üretim yapmak için nispeten daha az zaman ve çaba harcama eğiliminde olacak ve zaman içinde daha fazla çaba tüketicilerin hoşuna gitmesi gerekmeyen ama kendilerinin - üreticilerin - hoşuna giden şeyleri yapmaya gidecektir. Sosyalizm, tek kelimeyle herkesi tembelliğe teşvik eden bir sistemdir.

Son olarak, sosyalizmin toplumun karakter yapısı üzerinde önemi abartılamayacak kadar büyük bir etkisi vardır. Bu etkinin dar bir ekonomik etkiden ziyade sosyolojik bir etki olarak adlandırılmasının daha uygun olacağından bahsetmiştim, ancak bu terminolojik sınıflandırmaya rağmen, göreceğimiz gibi dramatik ekonomik etkileri de vardır. Sosyalizm toplumun siyasallaşmasına yol açar ve zenginlik üretimi için siyasallaşmış bir toplumdan daha kötü bir şey olamaz. Bunu açıklamama izin verin. Sosyalizm, en azından benim burada ilgilendiğim Marksist versiyonu, eşitlikçilik(egaliteryenizm) tarafından motive edilir. Üretim araçlarında özel mülkiyete izin verdiğinizde farklılıklara da izin vermiş olursunuz. A kaynağına ben sahipsem, siz sahip değilsinizdir ve dolayısıyla bu kaynaklara ilişkin ilişkilerimiz farklıdır.

Özel mülkiyetin kaldırılmasıyla, herkesin üretim araçları karşısındaki konumu bir hamlede eşitlenir ya da en azından öyle görünür. Herkes her şeyin ortak sahibi haline gelir, bu da sosyalist ideoloji açısından herkesin insan olarak eşit konumunu yansıtır. Peki bu iddianın doğruluğu nedir? Açıkçası, herkesi her şeyin ortak sahibi ilan etmek, mülkiyetteki farklılıklar sorununu yalnızca sözde çözer. Bu, altta yatan gerçek sorunu, yani neyin neyle yapılacağını kontrol etme gücündeki farklılıklar sorununu çözmez. Özel mülkiyete dayalı bir ekonomide, üretim araçlarıyla ne yapılacağını mal sahibi belirler. Toplumsallaşmış bir ekonomide artık böyle bir sahip olmadığı için tabii ki bu gerçekleşemez. Bununla birlikte, üretim araçlarıyla ne yapılması gerektiğini belirleme sorunu hala mevcuttur ve tüm insanlar arasında mucizevi bir çıkar ve görüş uyumu olmadığı sürece bir şekilde çözülmelidir ki, bu böyle bir durumda zaten hiçbir sorun olmayacaktır. Ama daha ziyade, bir dereceye kadar anlaşmazlık vardır; sonunda ne yapılması gerektiğine dair yalnızca bir görüş hakim olabilir ve diğerleri gerekli değişiklikler yapılarak dışlanmalıdır. Ancak yine de insanlar arasında eşitsizlikler olması zorunludur, bazılarının ya da bazı grupların görüşleri diğerlerininkine üstün gelmelidir.

Özel mülkiyet ekonomisi ile sosyalist ekonomi arasındaki fark, sadece anlaşmazlık durumlarında kimin iradesinin üstün geleceğinin nasıl belirlendiğidir. Kapitalizmde bu durum ilk mülk edinme(temellük) ve sözleşme ile çözülür; yani bir şeyi ilk kim edinmişse ya da önceki sahibinden sözleşmeyle kim almışsa o belirler. Sosyalizmde de kontrol edenler ile kontrol etmeyenler arasında farklılıklar zorunlu olarak mevcuttur; yalnızca sosyalizm durumunda kimin fikrinin kazanıp kaybedeceği, önceki kullanıcı mülkiyeti ve sözleşmeye dayalı - karşılıklı anlaşmaya dayalı - mübadelenin varlığıyla değil, bir kişinin iradesinin, aynı fikirde olmayan başka bir kişinin iradesinin üzerine bindirilmesiyle, yani ekonomik araçlar yerine siyasi araçlarla belirlenir.

Şimdi, açıkça görülüyor ki, bir kişinin üretim yapısındaki konumu, ister mübadele edilebilir mallar, ister psişik gelir, statü veya başka herhangi bir şey açısından olsun, geliri üzerinde doğrudan bir etkiye sahiptir. Buna göre, sosyalizm altındaki insanlar gelirlerini artırmak istedikçe ve emanetçiler hiyerarşisinde daha yüksek değerlendirilen pozisyonlara geçmek ya da halihazırda işgal ettikleri pozisyon için aldıkları ücretleri artırmak istedikçe, giderek artan bir şekilde siyasi yeteneklerini kullanmak zorunda kalırlar. Daha yüksek gelir arzusunun yoğunluğuna bağlı olarak, insanlar üretken becerilerini geliştirmek için daha az zaman ve çaba harcarken, siyasi yeteneklerini geliştirmek için daha fazla zaman ve çaba harcamak zorunda kalacaklardır. Başka bir deyişle, bir yandan insanlar kullanıcı, üretici ve yüklenici rollerinden giderek daha fazla uzaklaşmak zorunda kalacak ve zaman geçtikçe kişilikleri değişecektir.

Kıtlık durumlarını algılama ve öngörme, üretken fırsatlardan yararlanma, teknolojik olanakların farkında olma, talepteki değişiklikleri öngörme, pazarlama stratejileri geliştirme ve karşılıklı olarak avantajlı değişim fırsatlarını tespit etme, kısacası çalışmaya başlama ve diğer insanların ihtiyaçlarına yanıt verme becerileri tamamen yok olmaz ise en azından azalacaktır. Aynı doğrultuda, toplumsallaşmadan etkilenen teşvik yapısındaki değişime yanıt olarak, insanlar giderek artan bir şekilde kullanıcı olmayan, üretici olmayan ve sözleşmeli olmayan rolüne geçecek ve politikacının kendine özgü becerilerine giderek daha fazla önem verecektir. İkna, demagoji ve entrika yoluyla - vaatler, rüşvetler ve tehditler yoluyla - kendi konumları ve görüşleri için kamuoyu desteği toplamayı başarabilen kişilikler geliştirmek için giderek daha fazla girişimde bulunacaklardır.

Ve farklı insanlar farklı derecelerde üretken ve politik becerilere sahip olduğundan sosyalizmde, kapitalizmde olduğundan farklı insanlar en tepeye yükselecek, böylece emanetçiler hiyerarşisinin her yerinde artan sayıda pozisyon değişikliği görülecektir. Tepeden tırnağa, yapmaları gereken işleri yapmaktan aciz insanlara giderek daha fazla rastlayacaksınız. Üstün siyasi becerilere sahip olduğu sürece, bir emanetçi politikacının kariyerinde aptal, tembel, verimsiz ve umursamaz olması hiçbir engel teşkil etmez. Dolayısıyla her yerde üretim araçlarıyla ilgilenen bu tür insanlar bulunacaktır. Bunun da toplumun ekonomik olarak fakirleşmesine katkıda bulunduğunu söylemek pek de zor değildir.

ABD kesinlikle Sovyetler Birliği kadar sosyalist değil, ancak toplumun siyasallaşmasının, özel mülkiyet sahiplerinin haklarına siyaset yoluyla giderek artan bir şekilde tecavüz edilmesinin feci etkilerini sadece kendi politikacılarımıza bakarak bile görebiliriz. Bunlar Doğu Bloğunda yaşamın her tarafına yayılmış bir özellik olmasını bekleyebileceğiniz şeyler hakkında bize oldukça iyi bir fikir verirler. Ve elbette, bu noktanın dışında, sosyalizmin neden olduğu diğer yoksullaştırıcı etkiler, daha küçük ölçekte de olsa, ABD veya Batı Almanya’da da gözlemlenebilir: ekonominin giderek artan toplumsallaşmış veya yarı-toplumsallaşmış sektörü nedeniyle azalan yatırım seviyeleri, bununla el ele giden kaynakların yanlış tahsisi ve sektördeki üretim faktörlerinin aşırı kullanımı ve tahrip edilmesinin yanı sıra üretilen ürün ve hizmetlerin kalitesizliği.

“Teşekkür ederim.”

Çeviri: Furkan Yelgen

Yazar Hakkında