İfade Özgürlüğünün Sınırları: ABD ve İngiltere Üzerinden Genel Bir Bakış
![İfade Özgürlüğünün Sınırları: ABD ve İngiltere Üzerinden Genel Bir Bakış](/../images/posts/ifade-ozgurlugunun-sinirlari.jpeg)
1.BÖLÜM
İfade özgürlüğü son zamanlarda en çok tartışılan konulardan biridir ve bu tartışma sadece antidemokratik ülkelerle de sınırlı değildir, Amerika ve İngiltere gibi gelişmiş demokrasilerde de gayet ateşli bir şekilde devam etmektedir. Tabii bu tartışmaların sonucunda göze çarpan birkaç husus bulunmaktadır. İlki, her ülkenin ifade özgürlüğü hakkında yaptığı şikayetler aynı sebeplere dayanmamaktadır. Mesela birçok Avrupa ülkesinde nefret söylemleri hem toplumsal baskı hem yasal yaptırım açısından sıkıntılı bir durum oluşturuyor iken Ortadoğu ülkelerinde politik veya dini eleştiriler buna eşdeğer bir durum yaratmaktadır. Bu durum Avrupa’da politik ve dini eleştirilerin veya Ortadoğu’da nefret söylemlerinin tamamen masumane bir şekilde karşılandığı anlamına gelmemektedir, sadece ifade özgürlüğünde ana odağın farklı olduğunu göstermektedir. İkincisi, aynı konulara ülkeler farklı açılardan da yaklaşabilmektedir. Nefret söylemleri açısından konuşursak, bazı ülkelerde daha çok çoğunluğu korumak adına bu yasalar çalıştırılırken, diğer ülkelerde daha çok azınlığı korumak için bu yasalar çalıştırılmaktadır. Üçüncüsü, belki de en önemlisi, yasal yaptırımların ve toplumsal baskının şiddetidir. Örneğin bir yer blasphemy (dine saygısızlık) kanunlarına sahip olmasına rağmen suçlu olduğu isnat edilen kişilere ufak bir para cezası dışında başka bir yaptırım uygulamazken, diğer bir yer ağır hapis koşullarına hatta daha da uç şekilde bakarsak ölüm cezasına kadar işi vardırabilmektedir. Benzer şekilde aynı olaya bir toplum sadece ufak serzenişlerde bulunarak tepki gösterebilirken, başka bir toplum ise olayı toplu linç, tehdit gibi boyutlara taşıyabilmektedir.
Tüm bu durumlar göz önüne alındığında Türkiye’deki ifade özgürlüğü tartışmalarının somutlaştırılmaması ana sorun olarak karşımıza çıkmaktadır. Basit bir örnek vermek gerekirse, politik bir lidere yapılan bir eleştiri bazıları tarafından kabul edilebilir gibi gözükebilirken başkaları tarafından oldukça incitici bulunabilmektedir veya iki taraf da cezasının olmasının gerektiğini düşünebilir iken cezalar konusunda bambaşka fikirlere sahip olabilmektedir. Tartışmaların teorik boyutta tartışılması bunun birçok sefer göz ardı edilmesine neden olmakta zira tartışmalarda her iki taraf da politik liderlere eleştirinin oldukça mühim olduğunu söylemekte ama içeriğinden bahsetmemektedirler. Bu durum da ifade özgürlüğünün sınırlarının tartışılmasına büyük bir engel teşkil etmeye devam etmektedir. Bunun dışında insanların tamamen kişisel bir özgürlük tanımı yapmaları da uzlaşmayı zorlaştıran ayrı bir unsurdur zira özgürlük ancak benim kabul edebileceğim sınırlara kadardır anlayışı birçok yönden sorun doğurmaktadır. Dolayısıyla özgürlük herkesin arzu ettiği bir durum olsa da herkesin özgürlük anlayışı benci bir özgürlük anlayışından öteye gidememektedir çünkü herkesin ortak bir noktada buluşacağı bir özgürlük “ben” ‘e saldırı olarak düşünülmektedir.
Tam da bu sebepler nedeniyle bu yazıda ifade özgürlüğü meselesini ampirik kanıtlarla incelemenin elzem olduğu kanaatindeyim. Okuyucuların hepsi Türkçe bilen insanlardan oluştuğundan Türkiye’deki ortama çok az değinilecektir çünkü yazar okuyucuların daha sonra değineceğim meselelere hem toplumun nasıl yaklaşacağı hem de yargının nasıl kararlar verebileceği hakkında güçlü bir fikir sahibi olduğunu varsaymaktadır. Değinilecek iki ülke Amerika Birleşik Devletleri ve İngiltere’dir. Bu iki ülkenin seçilmesinin sebepleri arasında özgürlüğe en çok önem veren ülkeler ve bu tip konuları değerlendirmede kaynak bulma açısından (özellikle de ana dillerinin İngilizce olması) kolay olmaları yer almaktadır. Özgür olarak adlandırılan bu ülkelerin az sonra bahsedeceğim konulardaki tolerans seviyesi bu konu ile hiç ilgilenmeyen insanlara oldukça şaşırtıcı gelebilir fakat özgürlüğün toplumun ancak hassasiyetlerini oldukça fazla zorlayarak, toplumu şoke eden fikirlerin rahatça ifade edilerek var olabilmesini anlama açısından önemli bir katkı sunacağı kanaatindeyim. İlk olarak Amerika Birleşik Devletleri üzerinden çeşitli örnekler getirilecektir. Bu örneklerin politik, dini vb. eleştirilerin boyutuyla ve nasıl karşılandığıyla alakalı iyi bir fikir verecektir. Daha sonraki bölümde ise ilgili konuların İngiltere’de nasıl karşılandığıyla alakalı çeşitli örnekler incelenecektir.
ABD’de İfade Özgürlüğü
ABD ifade özgürlüğü açısından birçok yönden diğer ülkelere göre ofansif düşüncelere çok daha fazla tolerans gösteren belki de en toleranslı olan ülkedir. Siyasetçiler, kamuoyunda belirli bir tanınırlığa sahip kişiler, dini ve milli öğeler vs. neredeyse her şey sert eleştirilere hatta hakaretlere uğrayabilmekte ve bunun sonucunda neredeyse hiçbir insan herhangi bir yasal yaptırımla karşılaşmamaktadır. Bu duruma ifade özgürlüğünün kısıtlanmasına dair herhangi bir yasa yapılmamasını belirten Amerikan anayasasının ilk maddesinin oldukça büyük bir etkisi vardır. Bu yasa sayesinde yüksek mahkeme kararları genellikle aşırı derecede özgürlükçü olmuştur. Ara ara bunlardan da bahsedilecektir, fakat öncelikle bunları kanıtlayacak birkaç örnekle başlayalım.
İlk olarak politik isimlere hakaretlerin rahatlıkla yapılabildiğini göstermek adına Broadway yapımları ve performansları için ödüllerin verildiği 2018 yılında düzenlenen yetmiş ikinci Tony Awards törenine bakabiliriz. Yukarıdaki fotoğrafta da gözüktüğü üzere ünlü oyuncu Robert De Niro o zamanki Amerika Birleşik Devletleri başkanı Donald Trump’a açık açık küfrediyor ve hiçbir şekilde yasal yaptırıma uğramıyor. Olay bununla da sınırlı kalmıyor, orada oturan diğer ünlüler de, De Niro’nun bu lafından ötürü De Niro’yu alkışlamaya başlıyorlar[1]
İkinci örnek ise ünlü komedyen Louis’nin ünlü talk show sunucusu Stephen Colbert’in programında yine o yıllarda Amerikan başkanı olan Trump’a yönelik çok daha ağır bir hakaretlerden oluşuyor. Trump Louie tarafından iğrenç, sahtekar, çürük olarak adlandırılıyor ve sonunda ağır bir küfür de bulunuyor: Yalancı o* çocuğu. Yine bunun sonucunda Louie herhangi bir yasal yaptırımla karşılaşmadı.[2]
Bir başka örnek HBO’nun Eastbound & Down dizisinin 4. sezonunun 4.bölümünden geliyor ve sınırların ne kadar zorlanabileceğiyle alakalı başka bir önemli kanıt oluşturuyor. Amerika’nın kurucu babası George Washington dizide küfürlü bir dille mizahi bir şekilde ele alınıyor ve dizi bundan dolayı ne ciddi bir toplumsal baskıyla karşılaşıyor ne de öncekiler gibi bir yasal yaptırıma uğruyor.[3]
Peki bütün bunlar nasıl rahat bir şekilde gerçekleşebiliyor? Bunu daha rahat anlayabilmek için 2 önemli yüksek mahkeme kararının incelenmesinin yerinde olacağı kanaatindeyim. Öncelikle şunu belirtmek gerekir, ABD’de, yüksek mahkemelerin kararları oldukça önemlidir ve bu kararlar gelecekteki olası davaları değerlendirmede ciddi bir etkiye sahiptir. Bu kararların ileride değişmediği görülmemiş değildir, fakat değişen kararlar oransal olarak oldukça düşüktür. Şu ana kadar alınan 7974 kararın[4] 236’sının[5] ileride değişebildiği görülmüştür. Bu da kararların sadece yaklaşık yüzde üçünde değişimin meydana geldiğini göstermektedir.
New York Times v. Sullivan
İlk olarak Amerika’daki en ünlü kararlardan biri olan 1964 yılındaki New York Times v. Sullivan davasını incelemek yerinde olacaktır. Dava New York Times gazetesinde Martin Luther King destekçilerinin yayınladığı bir reklamla alakalı bir anlaşmazlıktan dolayı ortaya çıktı. Reklam, insan hakları protestoları ve Martin Luther King’in liderliğinden bahsetmesinin yanı sıra Alabama eyaletinin Montgomery şehrindeki polis departmanının protestoculara yönelik tavrından bahsediyordu. Reklamdaki açıklamaların çoğu doğru olsa da bazıları yanlıştı.[6] Polis komiseri LB Sullivan doğrudan kendisinden bahsedilmemesine rağmen astlarına yapılan eleştirilerin kendisine yansıdığını düşünerek New York Times’a iftira davası açtı.[7] New York Times, Alabama mahkemelerinde davayı kaybedince dava Amerika Birleşik Devletleri Yüksek Mahkemesine taşındı. Yüksek Mahkeme, yargıç William Brennan tarafından yazılan bir görüşte, konuyu “kamu sorunları hakkındaki tartışmaların serbestçe, güçlü ve açık olması gerektiği ve hükümete ve kamu görevlilerine yönelik şiddetli, alaycı ve bazen de nahoş derecede sert saldırılar içerebileceği ilkesine olan derin ulusal bağlılık temelinde” inceledi. Mahkeme 9-0’lık oybirliğiyle, New York Times lehine karar verdi. Mahkeme, davacı kamu görevlisi olduğu takdirde, davacının kendisi hakkında söylenen ifadenin hem yanlış olduğunu göstermesi hem de “gerçek kötü niyet” ile bunun yapıldığını ikna edici açıklıkta göstermesi gerektiğini belirtti.[8] Kötü niyetin anlaşılamaz doğası nedeniyle kanıtlanması oldukça zor olduğundan herhangi bir kamu figürünün bu tip ifadelerden dolayı bir dava kazanabilmesi neredeyse imkansız haline geldi.
Snyder v. Phelps
Fred Phelps, 1955 yılında Kansas, Topeka’da Westboro Baptist Kilisesi’ni kurdu. Kilisenin cemaati, Tanrı’nın Amerika Birleşik Devletleri’ni, özellikle de Amerikan ordusunun içindeki eşcinselliğe karşı toleransından ötürü cezalandırdığına inanıyor ve görüşlerini çoğunlukla askeri cenazelerde protesto gösterileri düzenleyerek iletiyordu. Westboro Baptist üyelerinin mesajlarını kamuoyuna duyurmalarının üzerinden 20 yıldan fazla bir süre geçti ve yaklaşık 600 cenazede protesto gösterisi düzenlediler fakat bir protesto yüksek mahkemeye taşındı.
Onbaşı Matthew Snyder Irak’ta görev başında öldürülmüştü. Cenaze töreninin ne zaman ve nerede yapılacağını yerel gazeteler tarafından duyurunca Baptist Kilisesi’nin kurucusu Fred Phelps’in bundan haberi oldu ve cemaatinin küçük bir kısmıyla protesto yapmak için ilgili olay yerine gitti. Protestocular ellerinde çeşitli pankartlar taşıyorlardı ve bunlardan bazıları şöyle ifadeler içeriyordu: “Tanrı ABD’den Nefret Ediyor”, “İkiz Kule Saldırıları için Tanrı’ya Şükürler Olsun”, “ ABD için Dua Etmeyin”, “ Ölü Askerler için Tanrı’ya Şükürler Olsun”, “Rahipler Erkek Çocuklarına Tecavüz Ediyor”, “Tanrı Eşcinsellerden Nefret Ediyor”. Protesto sadece pankartlar yoluyla gerçekleştirildi, bağırılmadı veya küfredilmedi. Matthew Snyder’ın babası, bu protestodan dolayı öfkelendiğini, sık sık gözyaşlarına boğulduğunu ve bütün bunların şiddetli depresyona yol açarak kendisinde ciddi duygusal tahribat yarattığını öne sürerek yüksek mahkemeye konuyu taşıdı. Yüksek Mahkeme 8-1’lik karar sonucunda Phelps lehine karara vardı. Mahkeme gerekçesinde, kamuoyunu ilgilendiren konularda Amerikan anayasasının ilk maddesi gereğince, duygusal tahribat yaşamanın özgür konuşmayı engelleyemeyeceğini belirtti.[9]
İki kararda da görüldüğü üzere kamu ve özel ayrımına özellikle dikkat çekilmiştir. Kamuyu ilgilendiren meselelerde herhangi bir konuşmayı engellemenin tartışmaların özgür ve sağlam bir şekilde tartışılmasına tehdit olabileceği korkusu bu tip kararlar alınmasında önemli etkenler arasında yer almaktadır. Bu korkunun yersiz olmadığını Türkiye’nin mevcut haline bakarak da anlayabiliriz. İnsanlar kutsalları söz konusu olduğu vakit en ufak meselelerde bile olayı yargı yoluna taşıyıp karşıt görüşleri cezalandırmak istemektedir. Durum böyle olunca karşıt görüşlere sahip birçok insan kamuoyunda fikirlerini paylaşmaktan çekinip yerini kendisi gibi düşünen ama o düşünceleri çok radikal bir şekilde ifade eden insanlara bırakmakta ve karşıt görüşlerin daha da şeytanlaştırılmasına neden olmaktadır. Böyle bir durumda da çetrefilli meselelerin anlamlı bir şekilde tartışılması hayli zordur.
Texas v. Johnson
ABD’de bir önemli tartışma da fiziksel objelere zararların ifade hürriyetini kapsayıp kapsamadığıyla alakalıydı. Tartışmaları alevlendiren olay 1984 yılındaydı, Dallas Belediye Binası önünde Gregory Lee Johnson, Reagan yönetiminin politikalarına karşı bir protesto aracı olarak bir Amerikan bayrağı yaktı. Johnson, bayrağa saygısızlığı yasaklayan bir Teksas yasası uyarınca yargılandı ve mahkum edildi. Bir yıl hapis cezası ve 2.000 dolar para cezasına çarptırıldı. Teksas Ceza Temyiz Mahkemesi mahkumiyeti bozduktan sonra dava Yüksek Mahkeme’ye gitti.[10] ABD Yüksek Mahkemesi 5-4’lük bir kararla Johnson lehine karar verdi. Mahkeme önce bayrak yakmanın ifade edici bir davranış olup olmadığını değerlendirdi ve bunun belirli bir mesaj iletme niyeti olduğu sonucuna vardı; örneğin Johnson, bayrağı bir siyasi kongrede protesto işareti olarak yakmıştı. Mahkeme, bir eyaletin bayrakla ilgili ifade edici davranışları yasaklayarak bayrağın ne anlama geldiğine dair kendi fikrini teşvik edebileceği fikrini reddetti. Hükümetlerin rahatsız edici buldukları siyasi ifadeleri yasaklayamayacaklarını belirtti.[11]
Bu karar sayesinde 2016 yılında ifade özgürlüğünü engelleyen bir olay yaşandı. Cleveland’da bir adam Amerikan bayrağını yakarken polis tarafından tutuklandı. Bu durum adamın ifade özgürlüğünü rahat bir şekilde ifade etmesini engellediğinden ötürü kendisine 225.000 dolarlık tazminat ödenmesine sebep oldu. [12]
Sonuç olarak ABD’de ifade özgürlüğü çok geniş sınırlara sahiptir. Federal düzeyde en ağır ifadelerin bile cezai bir yaptırımı bulunmamaktadır. Bu durum ABD’de ifade özgürlüğü konusunda hiçbir sıkıntı yaşanmadığı anlamına gelmemektedir, ırk ve cinsiyet üzerine alternatif fikirleri dile getirmek azınlıkların rencide olabileceği gerekçesiyle(Örneğin ırklararası zeka farklarını savunmak veya eşcinselliğin bir hastalık olduğunu dile getirmek) her üniversitede olmasa da bazı üniversitelerde konuşmacılar engellenmeye çalışılmaktadır. Fakat bu durum ABD vatandaşlarının önemli bir kısmı tarafından da hoş karşılanan bir durum değildir.
Bir ankete göre Amerikalıların yüzde 65’i de konuşmacıları engellemeye çalışan öğrencilerin ceza alması gerektiğini savunmaktadır fakat cezanın ne olması gerektiğiyle alakalı ortak bir görüş bulunmamaktadır.[13]
Yüzde 65’lik bir orana rağmen Amerikalılara spesifik olaylar sorulduğunda bu oranın azaldığı görülmektedir. Mesela yukarıda Amerikan halkının yüzde kaçının bu konuşmacıları desteklemediğine dair oranlar verilmiştir:[13]
• Tüm beyaz insanların ırkçı olduğunu söyleyen bir konuşmacı (%51)
• Müslümanların ABD’ye gelmesine izin verilmemesi gerektiğini söyleyen bir konuşmacı (%50)
• Trans bireylerin ruhsal bir bozukluğa sahip olduğunu söyleyen bir konuşmacı (%50)
• Polisi alenen eleştiren ve polise saygısızlık eden bir konuşmacı (%49)
• Tüm Hıristiyanların geri kalmış ve beyinleri yıkanmış olduğunu söyleyen bir konuşmacı (%49)
• Beyazların ve Asyalıların ortalama IQ’sunun Afrikalı Amerikalılar ve Hispaniklerden daha yüksek olduğunu söyleyen bir konuşmacı (%48)
• Polisin diğer gruplara göre daha yüksek oranda Afrikalı Amerikalıları durdurmasının haklı olduğunu söyleyen bir konuşmacı (%48)
• Tüm kaçak göçmenlerin sınır dışı edilmesi gerektiğini söyleyen bir konuşmacı (%41)
• Erkeklerin ortalama olarak matematikte kadınlardan daha iyi olduğunu söyleyen bir konuşmacı (%40)
Dolayısıyla Amerikan halkının yaklaşık yarısı görüşlerinden nefret ettiği bir konuşmacının kendini ifade etme hakkını desteklememektedir. Tabii ki bu ifadelerin aynı zamanda bir alt metni de vardır. Bir görüş saf olarak sadece kendinden oluşmaz, o görüşlerin ayrı bir şekilde yorumlanması da gerekir. Aynı görüşlerin farklı yerlerde, farklı bağlamlarda değerlendirildiği nadir görülmüş bir şey değildir. Fakat bu ayrı bir yazının konusudur.
Bir sonraki yazıda İngiltere incelenecektir…