Kent Lokantaları’na Karşı Çıkmamızın Temel Sebepleri ve Önerimiz

· Yazar: Ege Kağan Şafak
Kent Lokantaları’na Karşı Çıkmamızın Temel Sebepleri ve Önerimiz

Enflasyonist ortamlarda, siyasetçilerden büyük oranda aktif hamleler beklenir. Bu hamlelerin popülist olduğu veya oy almak dışında hiçbir amaca hizmet etmediği bilinse bile böyle ağır kriz ortamlarında aktif girişimde bulunmayan siyasetçiler halk tarafından pek hoş karşılanmaz. Özellikle, bozulan fiyat dengeleri ve özel işletmelerle karşı karşıya gelen halk siyasetçilerden büyük şeyler ummaktadır. Bunu anlamak kolay; işletmeler, fiyatların insanlarla buluştuğu ilk yer yani aslında patronuna rapor veren bir müdür gibiler. Böyle bir durumda, mevcut çalkantılı ortamda tüm yükü işletmelerin üzerine atmak çok kolay. Fakat bunun gerçekçi bir bakış olduğunu düşünmüyoruz. Bu da birçok yöntem gibi gerçeklerden bir kaçış, mevcut ortamın yüzüne giydirilmiş bir maske.

Suçu işletmelere sadece halk da yüklemiyor. Siyasetçiler için de kolay bir nokta olduğu için, birçok belediye üstü kapalı şekilde bunu yapmakta. Özellikle 31 Mart 2024 yerel seçimlerinden sonra değişen oy-çoğunluk dengesi, birçok belediyenin el değiştirmesine sebep oldu. Çoğunluğu kazanan parti, ilk iş olarak belediyelerin aktif girişimlerinin (lokanta vb.) artırılacağını söyledi. Belediyeler el değiştirmeden önce de var olan bu girişimler, aslında hiçbir şey değiştirilmeden var olmaya hâlen devam edecek. Bu sebeple itirazlarımız, belirli bir parti, kişi veya belediyeye değil bütün bu müdahaleci zihniyete karşı çıkmayı amaçlamaktadır.

İtirazlarımız, teorik bir müdahalecilik tartışması yürütmek amacını en azından şimdilik taşımıyor. Şu sıralar gündemin en önemli parçası olan Kent Lokantalarını merkeze alan bir tartışma yürütmeyi planlıyoruz. İtirazlarımızın daha net olabilmesi için öncelikle Kent Lokantalarının ne olduğunu ve bizim açımızdan tam olarak nasıl görüldüğünü tanımlayarak başlayacağız. Ama bundan da önce, işletmelere yöneltilen suçlamalar yüzünden halkı suçlu bulmadığımız ve bazı önemli detaylar konusunda kısa bir giriş yapmalıyız.

Enflasyonun Psikolojik Etkisi

Ekonomik durumların herhangi bir yönünü tartışırken, temel almamız gereken şey fiyatlar, para veya bankalar değil insandır. Tüm ekonomik düzen, insanların eylemde bulunmasının bir sonucudur.¹ Bu sebeple, ekonomik düşüncelerimizi sıralarken, insanları teker teker incelemeyi tercih edeceğiz.

Tüm dünyada olduğu gibi, Türkiye ekonomisi de oldukça enflasyonist bir ortama sahip. Enflasyonist ortamların karakteristiği, fiyatlarda belirgin artışlardır. Her ne kadar tek gösterge bu değilse de, tüketicileri ilgilendiren kısım budur. Türkiye’de de fiyat artışı gayet belirgindir. Resmi veriler ışığında Türkiye’de 2023 yıllık enflasyonu %60’ın üstündedir.² Bunun fiyatlara yansıması ise herkesin bildiği bir konu.

Mevcut durumda işletmeler üzerinde büyük bir baskı var. Birçok vatandaş, enflasyondan kaynaklı fiyat artışları hakkında özel işletmeleri suçluyor. Enflasyon hakkında kimse özel işletmelere okları yönlendirmese de -ki bu çok mantıksız olurdu- fiyat artışlarının özellikle de “fahiş” olarak görülen artışların sorumlusunun özel işletme sahipleri olduğu düşüncesi büyük çapta kabul görüyor.

Bunun çok doğal olduğunu söylemeliyiz. Pandemiden sonra dünyanın girdiği büyük enflasyonist döngünün psikolojik sonuçlarını bugünlerde görebiliyoruz. Yüksek enflasyon ortamları, stres artışında çok önemli bir rol oynar. Magnuson, stresi, “kişinin gerçek dünya ve beklentileri arasındaki farklılığa gösterdiği tepki” olarak tanımlamaktadır.³ Her insan, ekonomiyi yönetenler kadar bilgiye sahip değildir. Bu sebeple, enflasyondaki düzenli artış ve hayata karşı beklentiler birbiriyle çatışabilir. Bu çatışma, yüksek strese ve düşen hayat standartlarına yol açacaktır. Bu denli zor bir durumda, insanlar doğal olarak bir sorumlu arayacaktır. Bunda gayet haklı olduklarını düşünüyoruz: Kimsenin, bir başkasını, kötü bir hayata mahkum etmeye hakkı yoktur ve insanlar bunun hesabını sormalıdır. Ancak, bu suçlamaların özel işletmelere yöneltilmesine karşı çıkıyoruz fakat aynı zamanda bunun en kolay yöntemlerden biri olduğunun da farkındayız.

Neden Özel İşletmeler Suçlanıyor?

Özel işletmelerin suçlanmaya bu denli açık olmasının sebebini anlamak için, piyasa kavramını biraz irdelemeliyiz. Özel işletmelerin her biri, piyasa sürecinin birer üyesidir. Piyasanın temel özelliği ise, bilginin kritik rolüdür. Öyle ki, bilgi olmadan alışverişler hakkında kâr karşılaştırması gibi en temel bir hesaplamanın yapılması dahi mümkün değildir. Çünkü bu hesaplama için, maliyetler hakkında olabildiğince bilgiye ve piyasanın içinde bulunduğu durum hakkında aşinalığa sahip olmak gerekir. Fakat tabii ki bir insanın hem maliyetlere bu kadar hakim olup hem de üretici olmaması çok zordur. Bu sebeple, basit bir tüketicinin bile piyasadaki tüm bilgiye sahipmiş gibi davranılması için fiyat sistemi hayati bir rol oynamaktadır. Müdahaleden tamamen arınmış piyasa süreçlerinde fiyatlar, kendi içinde o ürünün geçirdiği tüm üretim sürecini ve piyasa hakkındaki bilgileri içerir.⁴ Yani fiyat, tüketicilerin tüm üretim süreci hakkında bilgiye sahip olmadan hesaplama yapabilmesine imkan tanır.⁵

Peki ya, tüketiciler bu fiyatlarla nerede karşılaşacaktır? Her gün izledikleri ana haber bültenlerinden veya gazetelerden mi, yoksa bakanlığın açıklamalarından mı? Hiçbiri. Bu fiyat artışları tabii ki insanların medyadan veya bakanlıkların açıklamalarından öğrendiği şeyler değil. Herkes birer tüketici olduğundan, her gün birçok insanla etkileşime girerek karşılıklı alışverişte bulunduğundan ve ihtiyaçlarının büyük kısmını özel işletmelerden karşıladığından dolayı fiyatlarla ilk karşılaşılan yerler özel işletmelerdir. Fiyat, sokağın gerçeğidir. Mesela Arjantin’de, her ne kadar devlet tarafından resmi bir kur fiyatı uygulatılmaya çalışıldıysa da, sokakta mavi dolar ortaya çıktı ve kur fiyatının resmiyetteki gibi olmadığını ortaya döktü.⁶ Özel işletmeler de tıpkı bunun gibi, aldıkları veya ürettikleri ürünlerin sonucunda kâr-zarar hesaplaması yaparak fiyatları beliriyor. Piyasadaki en ufak maliyet artışı, bazen gecikmeli de olsa, özel işletmedeki fiyat listesine yansımak zorundadır. Çünkü işletme sahibinin fiyat artışları olmadan önceki “denge” durumuna göre yaptığı hesaplamalar artık geçersizdir. Maliyetlerden dolayı kâr-zarar hesaplamasındaki zarar fiyat artışıyla aynı ölçüde artmıştır. Bu sebeple, işletmedeki fiyatlar da artmalıdır ki işletmenin kazancı dengeye ulaşabilsin ve müşterilere daha fazla hizmet verilebilsin.

Anlaşılacağı gibi, özel işletmeler, piyasa durumu hakkında bir ayna işlevi görür. Tüketiciler, üreticilerin içinde bulunduğu durum hakkında bilgiye fiyatlar hakkında sahip olur ve özel işletmeler fiyatlarını piyasa durumuna göre revize etmek zorundadır. Konumuza biraz yaklaşmak açısından, özel işletme ve kamu (belediye) işletmeleri hakkında bir ayrıntıya mercek uzatacağız.

Akla gelebilecek bir soruyla devam edelim: Özel işletmeler fiyatları revize ederek piyasanın aynası oluyorsa, kamu işletmeleri bunu neden yapamasın? Aslında cevap çok basit: Özel işletmelerin devamlılığı, sermaye sahibinin aldığı risklerden elde edeceği başarıya bağlıdır. Bir kamu işletmesi için ise (örneğin Kent Lokantaları), yalnızca merkezi yönetimden gelecek paranın miktarı önemlidir.

Kamu işletmesinin zarar etmesi, özel işletmelerin aksine, bir sorun değildir. Her iki işletme tipi de insanlar tarafından fonlanır. Her ikisi için de insanlar ödeme yapar ve bu etkileşimler bir alışveriş veya üretim süreci olarak piyasada var olur. Bu iki tip arasındaki temel fark, rıza yani gönüllülüktür. Özel işletmeler tamamen gönüllü insanlar tarafından fonlanır; hizmetlerden memnun kalan insanlar kendi istekleri dahilinde işletmeye belirli bir para vererek ürün alır ve bu yolla gelecek üretim süreçlerinin mümkünlüğüne katkıda bulunmuş olur. Kamu işletmelerinde ise gönüllülük varsayılır, beslendiği yer vergi havuzudur ve vergi ödeyen herkesin alınacak kararları gönüllü olarak istediği varsayılmaktadır. “Vergi mükellefleri” olarak düşünülen topluluk, oldukça geniştir ve homojen olduğu iddia edilebilecek özelliği, onunla yapılacak her şeyi ödeme gönüllülüğü değil vergi ödeme eylemidir. Herhangi bir zarar durumunda vergilerin artırılması veya yine merkezî bir müdahaleyle önlem alınması yeterlidir. Kamu işletmesinde tepedekilerin (yöneticilerin) bir zararı yoktur. Bundan dolayı da kamu işletmelerinin ucuz hizmet sunma şansı fazladır. Kent Lokantalarının yaptığı da tam olarak budur.

Kent Lokantaları Nedir?

Kent Lokantaları, vatandaşlara “sağlıklı, kaliteli ve uygun fiyatlı yemek hizmeti sağlamak için” belediyeler tarafından açılmış lokantalardır.⁷ Bu uygulama, Türkiye’nin dört bir yanında devam etmekte fakat en çok ses getireni İstanbul Büyükşehir Belediyesi’ne ait. Bu sebeple isimlendirirken İBB’nin kullandığı ismi kullanacağız fakat kastettiğimiz, ülkenin neredeyse her belediyesinde bulunan girişimler. Karşıtlığımız İBB’ye özgü değil, tüm belediye işletmelerine karşı çıkmayı amaçlıyoruz. Bu amacımız, Kent Lokantalarının Türkiye geneline yayılmayı planlayan bir proje olmasından kaynaklanıyor.

Kent Lokantalarını açıklamaya devam edecek olursak, İBB’nin şu an çeşitli semtlerde 14 civarı lokantası bulunuyor. Bu lokantaların işletmesi ve finansmanı belediyeye ait, dolayısıyla ucuz hizmet sunabiliyorlar -tabii ki zarar etmek uğruna. Aslına bakılırsa lokantalarla ilgili ilk problem burada başlıyor. Kent Lokantaları, merkezi hükümet tarafından İBB’ye ayrılmış bütçeden besleniyor. Tüm zararları buradan karşılanıyor ve maliyetler de içinde. Ancak lokantayı kullanmasanız da bunda bir değişiklik yok, yine de yemekler için ödemek zorundasınız.

Burada, Kent Lokantaları hakkındaki özel vurgumuzun nedeni hakkında da konuşmamız gerekebilir. Kent Lokantaları, her belediyede farklı isimlerde bulunan bir sistem. Belediye çatısı altında yemek hizmeti satan işletmeler gerçekten çok yaygın. En önemlisi de, çok temel bir insan gereksinimi hakkında ucuz hizmet verdiği için buna karşı çıkmanın çok zor olması. Bu işletmelere karşı yapılan herhangi bir konuşmada verilen karşılık genelde “tek sorununuz fakirlerin yediği ucuz yemek mi?” oluyor. Tabii ki bu, tek sorun değil hatta bu hiçbir zaman sorun olmadı. Ancak inancımız, ortada bir ihlal veya yanlış varsa onun daha önemli veya önemsiz olarak sınıflandırılamayacağı yönündedir. Yanlış eylem, yanlıştır ve düzeltilmesi gereklidir.

Özel İşletmelerin Daha “Pahalı” Olduğu Yanılgısı ve Esnaflar Üzerine Bir Not

Makalemizin genel tavrı, tüketici gözünden bir bakış olarak kabul edilmeye daha uygundur. Fakat, kısa bir süreliğine, üreticilerin bakış açısını anlamak için kısa bir empati yapmayı deneyeceğiz. Sunacağımız sebepler, bu hayali dünyanın ve aşağıdaki senaryonun daha detaylı açıklamaları olarak gelişecek.

Hiç lokanta bulunmayan hayali bir şehir düşünelim. Şehrinizde bir lokanta açmayı planlıyorsunuz. Bu fikir yapabileceğiniz en mantıklı girişim olarak gözüküyordu çünkü şehrinizde hiçbir lokanta yoktu -varsayımların ütopik olması, örnekleri daha duru hale getirme amacı taşıdığından önemsizdir. Yorucu bürokratik süreçler, gelecek hesaplamalarına dair dolambaçlı düşünceler ve para denkleştirmek için uğraştığınız uzun süreler sonucunda şehirdeki tek lokantayı açmayı başardınız. Yaptığınız hesaplara göre, 2 çeşit yemekten oluşan menüyü en ucuz 100 TL’den satışa çıkarabileceğinize karar verdiniz. 100 TL’lik menü fiyatınız, lokantanın devamlılığını sağlayabilecek en düşük fiyattı. Maliyetler, kazancınız ve emeğiniz düşünüldüğünde bundan daha düşük bir fiyatın verilmesinin imkansız olduğunu sanıyordunuz.

Sizinle aynı dönemde, içinde yaşadığınız hayali şehrin belediyesi de gıda fiyatlarındaki yükselişten dolayı lokanta açma planları yapmaya başladı. Lokanta planı, halk tarafından büyük bir sevinçle karşılandı. Gıda fiyatları gerçekten yükselmişti ve belediye, ucuz fiyatlı yemek hizmeti vermeyi planlıyordu. Kamuoyu cephesinden buna karşı çıkmak çok akılsızca görünmekteydi. Sonrasında belediyenin planı yürürlüğe koyulur ve lokanta açılmış olur.

Belediye lokantası, aynı menü için, sizin verebildiğiniz en ucuz fiyatın neredeyse yarısı kadar bir ücret istiyordu. Bununla rekabet etmek için fiyatları indirmeyi düşündünüz fakat rekabet yine mümkün gözükmüyor. Menü fiyatını 80 TL’ye indirerek, bir-iki aylık süreçte kazanç sağlamamayı hatta emeğinizi hiçe sayarak sadece geliş fiyatından yemekleri satmayı amaçladınız. Ancak belediye lokantasının fiyatı hâlen sizin verdiğiniz fiyatın yarısı kadar. Onlar 40 TL’ye yemek satarken kimse sizden 100 TL’ye yemek hizmeti satın almak istemiyor. Birkaç spesifik müşteriniz haricinde kimse sizi tercih etmiyor bir de üstüne fahiş fiyatlı satış yaptığınız konusunda defalarca kez nutuklar dinliyorsunuz.

İndirimin tek başına yeterli olmadığını anlıyorsunuz ve hizmetinize bazı ekstralar katmaya başlıyorsunuz. Daha güler yüzlü çalışmaya başlıyorsunuz ve yemekten sonra bedava çay veriyorsunuz fakat nafile. Müşteri sadece fiyatla ilgileniyor ve zamanla “fahiş” fiyatlı satış yaptığınızı söyleyerek birçok insan size tepki gösteriyor. Zaman içinde düşük fiyatınız sebebiyle masrafları karşılayamamaya başlıyorsunuz ve verdiğiniz ekstra hizmetler de hesaba katılınca mali tablo katlanılmaz duruma geliyor. Zamanla yemek tedarikinde problemler ortaya çıkıyor, bazı malzemelere ayıracak paranız olmadığı için menüden bir yemek çıkarmak zorunda kalıyorsunuz.

Siz bu şekilde lokantanızı hayatta tutmaya çalışırken, belediyenin lokantasında çalışan arkadaşınızla yolda denk geliyorsunuz. Sohbet ederken işinizin kötü gittiğinden bahsediyorsunuz, o da aynı şekilde kendi işinin nasıl gittiğini anlatıyor. Fakat dikkatinizi çeken bir şey var, yaptığınız iş aynıyken arkadaşınız sizin çektiğiniz zorlukların hiçbirini çekmiyor ve sizi garipsiyor. Arkadaşınız belediye lokantasının sorumlu yöneticisi, bu sebeple süreçlere hakim. Siz zor zamanlar yaşamanıza rağmen onun işlerinde hiç aksaklık yaşanmamış, yemek tedarikinde problem çıkmamış. Nasıl olduğunu sorduğunuzda, belediyeden gelen paranın aynı olduğunu ve bu sebeple problem yaşanmadığını hatta kaynak kullanımında gevşek davrandıklarını söylüyor, arkadaşınız. Kazanç sağlamak bir yana, ağır şekilde zarara geçen siz, bu bilgileri de öğrendikten sonra belediye lokantasıyla rekabetinizde mağlup olduğunuzu hatta daha en baştan mağlup başladığınızı öğreniyorsunuz ve lokantanızı kapatıyorsunuz.

Lokantanın devamlılığını düşünerek verdiğiniz tüm indirim kararlarına rağmen belediye lokantası sizi rekabette ezdi. Hiçbir şekilde -kaliteli hizmet verseniz de- yanına bile yaklaşamadınız. Vergilerle fonlanan lokanta, verdiği ucuz hizmetle sizin her türlü indiriminizi ve kaliteli hizmet verme çabanızı yerle bir etti. Hayali şehrinizde artık tek bir lokanta var ve o da belediyeye ait. Başkanın tek bir sözü, lokantanın kapanması için yeterli olacak. Kısa süren lokanta maceranızda hiç kullanmadığınız hatta rekabette olduğunuz ve sizi kötü etkileyen bir hizmet için ödeme yaptınız. Lokantanızın mali kriziyle uğraştığınız her dakika aslında ödediğiniz bazı vergiler kendi sonunuzu hazırladı. Tamamen kendi rızanızla başlattığınız bir iş, rızanıza bağlı olmayan dayatmalar tarafından yok edildi.

Aslına bakılırsa burada problem, piyasa süreçleri sonucunda bir aktörün elenmesi değildir. Son cümlelerde bahsettiğimiz gibi, belediyenin açtığı lokantanın gönüllülük esasıyla açılmamış olması temel sorundur. Bu lokanta, çeşitli sebeplerle toplanmış vergilerin içinden fonlandı, o vergileri gevşek şekilde harcamak uğruna ucuz hizmet sağlamaya çalıştı belki de o lokanta için vatandaşın sırtına ekstra bir vergi yüklendi.

Tabii dikkat çekmemiz gereken bir diğer nokta daha var. Örneğimizdeki özel işletme, fiyatları belirlemek için zarar etmeyeceği en düşük fiyatı kullandı. Serbest bir piyasada fiyatlar maliyetler tarafından belirlenmez ancak burada öyle oldu. Bu da, bir kamu işletmesinin fiyat dengesini ne denli etkilediğini bize göstermektedir.

Tekrardan makalemizin genel havasına dönelim; o halde, Kent Lokantaları (daha genel anlamda kamu işletmeleri) hakkında itirazlarımızı sıralamaya buradan başlayabiliriz.

1-) Kamu İşletmeleri, Rızası Olmayan İnsanların Parasıyla Kurulur

Her işletmede olduğu gibi kamu işletmeleri de kuruluş açısından belirli bir sermaye gerektirmektedir. Bu sermayenin ne kadar fazla veya az olduğu önemli değil. Önemli olan, belirli bir sermayenin -ki sermaye para değildir, mal üretmek için gereken her türlü araçtır fakat bunların tartışılması sonucunda konu paraya getirilebilir- gerekli olmasıdır.

İlk nokta, işletmenin kuruluşudur. İşletmenin kuruluşunda sermayenin gerekli olduğunu vurguladık. Peki, kamu ve özel işletmeler açısından işletmenin kuruluşu nasıl gerçekleşmektedir?

Özel işletmeler, bir kişinin veya ortaklık üzerinde karar kılmış birçok kişinin kendi rızalarıyla onların olan bir miktar para, üretim aracı vb. gibi şeyleri riske atarak işletmenin kuruluşunda karar kılmasıyla kurulur. Burada risk, işletmeyi kuran kişi/kişilere aittir. Kuruluşta bu riski aldığını kabul eden kişilerin sonradan bu risklerden kaynaklı zararı başkalarının üzerine yıkma şansı yoktur. En başta bir sözleşme yapılmış ve kişi, riskten doğan kâr veya zarar fark etmeksizin her şeyin sorumluluğunu aldığını kabul etmiştir.

Bu bağlamda, özel işletmenin batması veya zarar etmesi durumundaki büyük ve acil problem, yine kişinin eylemleriyle çözülmeyi bekleyecektir. Sorumluluk sahibi kişi dışında kimse suçlanamaz veya ödeme yapmaya zorlanamaz. Eğer işletme sahibi kişi, daha önceden sözleşme yapmadığı birini zararı karşılamaya veya ödeme yapmaya zorlarsa, gerek kamuoyu gerek de mağdur kişi tarafından hukukun devreye girmesi için çağrılar yapılacaktır. Doğru olan da budur, hiç kimse önceden sözleşmeyle belirtilmeyen bir zorlamayı masum birine yapamaz.

Ancak vergi konusunda durum böyle değildir. Vergi alınmıştır, sonrasında yapılacak şeye ise müdahale şansınız çok azdır. Ya çoğunluğun desteklediği fikri destekleyeceksiniz ya da paranızın istemediğiniz bir şeye harcanışını izleyeceksiniz. Başka bir şansınız yoktur. Kamu işletmeleri ile ilgili ilk problem bu: İşletmenin kurulmasını istemeyen insanların ödemeye dolaylı olarak zorlanması. Bu, birinin gelip cebinizden 10 TL alması ve sonrasında o parayla su satın almasıyla aynı şeydir. Siz böyle bir şey istemediniz, belki susamamıştınız bile. Ancak o kişi su satın aldı, belki suyu size verdi fakat bu hiçbir işinize yaramadı. Bir tercihte bulunmadınız, size zorla bir şey verildi ve onu içmeye zorlandınız. Bunun gereği nedir? Karar veremeyecek acizlikte miydiniz veya su isteyip de alamayacak durumda mıydınız? Hiçbiri. Peki ya bunun meşruiyeti? Bunu meşru ve ahlaki olarak uygun görmediğimizi belirtmekten çekinmiyoruz: Size zorla su veren kişi, haklarınızı ihlal etmiştir.⁸

2-) Kamu İşletmeleri, Tüketicinin (Halkın) Rolünü Önemsemiyor

Piyasa süreçlerinde iki ana oyuncu vardır: tüketiciler ve üreticiler. Herkesin bileceği süreçler; üreticiler mal üretir, tedarik konularını halleder ve ürünler tüketiciye ulaşır. Bu, klasik bir piyasa sürecidir. Malları üreten ve tedarik sorunlarını halleden konumları sebebiyle üreticiler her zaman piyasa sürecinin başı olarak görülmüştür. Öyle ki, onlar olmadan piyasanın işleyişi mümkün olamaz, denilmiştir. Bu yarı yarı ya doğru; üreticiler olmadan piyasadan bahsedemeyiz. Ancak daha önemli bir nokta var: Üreticiler tek başına piyasa süreçlerinin devamlılığını sağlayamaz, yükselemez veya başarıya ulaşamazlar.

İşte burada devreye, Ludwig von Mises’in “piyasa ekonomisinin gerçek patronları” olarak tanımladığı, tüketiciler girer.⁹ Tüketici olmadan hem piyasa hem de üreticiler hiçbir anlam ifade etmemektedir. Piyasa sisteminin kontrolü neredeyse tüketicinin elindedir; bir ürünü satın alarak veya almayarak, neyin hangi kalitede, hangi sıklıkta üretileceğine onlar karar verir. Tüketicilerin memnuniyeti, girişimcileri kâr veya zarar etmeye götüren temel değişkendir. Piyasada zenginleşmek, tüketiciden iyi not almaya bağlıdır. İşte bu yüzden Mises, piyasa ekonomilerini bir “tüketici demokrasisi” olarak adlandırmıştır.¹⁰ Tüketici demokrasisinde yükselmek, her gün alışveriş yerlerinde yapılan tüketici oylamalarında en çok oyu almaya bağlıdır. İşte bu durumda ipler gerçekten tüketicilerin elindedir. Piyasanın neyi üreteceği onlara bağlıdır, onlara bu gücü veren ise ellerindeki “tercih etme” özgürlüğü/silahıdır. Bir girişimciyseniz, serbest piyasada yapmanız gereken ilk iş, tüketicilere varlığınızı kabul ettirmektir. Eğer tüketici varlığınızı kabul etmez veya benimsemezse, istediğiniz kadar kaliteli hizmet verin, yok hükmündesiniz demektir.

Örneğin, bir girişimci için, “avantajlı” veya “kârlı” görünen bir ürünün aslında ifade ettiği şey, o ürünün çok fazla insanın ihtiyacını karşıladığı ve bu sebeple tüketiciler arasında gözde olduğudur.¹¹ Durum böyleyken inatla istenmeyen bir ürünü veya hizmeti satan üretici, piyasada eriyip gitmeye mahkum olacaktır. Düşüncemizi netleştirmek gerekirse, 2007 yılında Steve Ballmer iPhone’u ilk gördüğünde gülmüş ve fiyatıyla dalga geçmişti. Ancak bu hiçbir şeyi değiştirmedi; Steve Jobs’ın girişimi tüketici tarafından olumlu karşılandı, insanlar iPhone satın aldı ve elektronik eşya sektöründe bir devrim gerçekleşmiş oldu. Mesele gerçekten bu kadar basit, eğer tüketicinin baş tacıysanız, piyasanın da en üstündesiniz demektir.

Kamu işletmeleri ise piyasanın en önemli özelliğini, tüketicinin kilit rolünü elinden almaktadır. Burada, akla şu sorunun gelmesi muhtemeldir: Kamu işletmeleri de her işletme gibi hizmet satıyor, tüketicinin rolü neden yok sayılsın? Bu soru ancak ilk bakışta mantıklıdır. Kamu işletmelerinin var olması, zorunlu olarak tüketicinin rolünü yok saymaktadır. Çünkü tüketici demokrasisi işletmeleri para kazandırarak ödüllendirir ve para kaybettirerek cezalandırır. Piyasada başarısız olmak, yani ürünlerinizin beğenilmemesi veya kabul görmemek, işletmenizin zarara geçmesi anlamına gelmektedir. Bu durumda yapabileceğiniz iki şey vardır, ya işletmenizi kapatırsınız ya da ürünlerinizi ya da satış yönteminizi -yani tüketici neyi beğenmiyorsa- değiştirirsiniz. Kamu işletmelerinde ise bu zararlar büyük oranda umursanmazdır. Tabii ki işletmeler zarar eder, bunlar tepki de görür. Fakat bu hiçbir zaman özel işletmelerin zararı gibi olmaz. Kamu işletmelerinde kaybedilen para, onu yönetenlere ait değildir ve kaynaklar görece daha boldur. Vergileri artırmak veya ek ödenek almak gibi alternatif zarar azaltma yöntemleri vardır, oysa özel işletme sahibi para yaratamaz veya kimseden bedava para alamaz. Kendinin olmayan parayı kullanan kamu işletmeleri, zararlarını da kendileri karşılamaz. Bu sebeple onların oldukça özensiz bir para yönetimi yapacağı -her zaman doğru çıkmasa da- varsayılabilir. Aslında kamu işletmelerinde “kendi” dediğimizde bütün bir halkı kastederiz; risk tüm halka yayılır, zarar tüm halka yayılır ve harcamalar tüm halka yayılır. Herkes ödemek zorunda bırakılır. Son cümlelerde yaptığımız “kendinin olmayan parayı kullanma” vurguları bizi bir diğer sebep maddemize ulaştırıyor.

3-) Kamu İşletmeleri, Kaynakları Verimsiz Kullanır

Kamu işletmelerine, bir lokanta olsa bile, karşı çıkmamızın en önemli sebeplerinden biridir. Serbest piyasanın en önemli özelliği, kaynakların en efektif şekilde kullanılmasını sağlamasıdır. Tıpkı hayatın kendisi gibi piyasalar da birer belirsizlik sürecidir. Bu belirsizliğin içindeki bazı “şey”lerde potansiyel gören, fırsata karşı tetikte kalan ve insanlara bu potansiyelli hizmeti en ucuz şekilde sunmaya çalışanlar ise girişimcilerdir.¹² Girişimciler sayesinde piyasa, bilginin en efektif kullanımını sağlayabilir. Bunu yapabilmesinin en önemli sebebi, girişimcilerin teker teker kendi çıkarlarını düşünerek çalışmasıdır; girişimciler çıkarlarını korumak için müşterileri memnun etmek zorundadır.¹³ Bu sayede çift taraflı kazanç sağlanmış olur. Ve tabii ki girişimcilerin farkı, piyasadaki belirsizlikler hakkında daha çok bilgiye sahip olmalarıdır. Bunu sağlayabilmek için ise piyasada bilgi akışının, tamamen kolay veya ulaşılır olmasa da, açık ve net olması gerekmektedir. Piyasalar, fiyat sistemi aracılığıyla bilgiyi efektif şekilde yönetir ve kaynaklar en verimli kullanılacakları yere aktarılabilir. Özellikle enflasyonist ortamlarda gördüğümüz fiyat kontrolleri gibi müdahaleler, fiyat sistemini baltalamakta ve dolayısıyla bilgi akışında çarpıklığa yol açmaktadır. Makalemizin başında bahsettiğimiz gibi, fiyatlar bir süreci temsil etmekte ve hem üretici hem de tüketicilere kolay yoldan bilgi sağlamaktadır. Bu sistemin yokluğu, piyasanın tüm bu düzenleyici özelliğini ortadan kaldırır. Bu ortadan kalktığında elde kalan sistem, yetkililerin birkaç sözüyle belirlenen fiyatlardır ve o fiyatların genellikle gerçekle hiçbir bağlantısı yoktur. Çarpıklaşan fiyatlar, çarpıklaşan bilgi demektir ve bilgi çarpıklaştığında girişimcilerin efektifliği büyük oranda düşmektedir. Unutulmamalıdır ki, büyük insan kitlelerinin faydalandığı ve bugün standart haline gelen birçok şey, bir girişimci tarafından potansiyeli fark edilmeden önce bir “hiç”ten ibaretti.

İşte bu girişimci ruhun beslenmesi, önceden de bahsettiğimiz üzere, tüketicilerden gelecek olumlu notlara bağlıdır. Fakat kamu işletmeleri, tüketici notuna ihtiyaç duymaz, oysa girişimcinin piyasada hayatta kalması bu notlara bağlıdır. Bu sebeple elindeki kaynakları en verimli şekilde kullanmalı ve bir diğer girişimi için yeterli sermayeyi elde etmeye çalışmalıdır. Burada Milton Friedman’ın para harcama konusunda ayırdığı 4 tipten bahsetmemiz gerekebilir -tabii biraz değişiklik yaparak. Milton Friedman, para harcamanın 4 tipi olduğunu söylemiştir; bunların ilki kendi paranızı harcamanızdır ki bu para harcamanın en verimli yoludur, para size ait olduğu için kaybı durumunda yaşayacağınız zarar daha fazladır ve bu sebeple dikkatli olmanız daha olasıdır; ikinci tip, başkası için harcanan paradır, hediye vb. bu tipin içindedir.¹⁴ Üçüncü tip, başkasının parasını kendiniz için harcamanızdır, örneğin şirket bütçesinden yediğiniz yemek buna dahildir, maliyetten yana kaygınız yoktur fakat zevkten yana vardır. Dördüncü tip ise ana odak noktamızdır: başkasının parasını başkası için harcamak. Dördüncü tip, para harcamanın en savruk biçimidir. Başkasının parasını başkası için harcarken tasarruf yapmaya yönelik teşvikiniz çok azdır, tasarruf kapitalist sistemin temeli olmasına rağmen. Tasarruf için uğraşmamanız, gelecek girişimlerinizi önemsemediğinizi, onları yapmayı hiç düşünmediğinizi veya mevcut mali tablodaki olumsuz gidişatı önemsemediğinizi gösterir. Kamu işletmelerinin bu sorundan muzdarip olduğunu düşünüyoruz. Örneğin, bir kamu lokantasının sermayesi, birçok insandan toplanılan paraların birleşimidir. Paralara dair tek bir sahiplik yoktur, yalnızca kullanım hakkı tek birine aittir: devlet. Kullanım hakkından kasıt, faydalanmak değil yönetmektir. Buna göre kamu işletmelerinde yönetilen para, onu yönetenlere “ait” değildir. Yönetene ait olmadığı için parayı dikkatli yönetmeye yönelik teşvik azdır. Aslında ortada bir kâr-zarar tehlikesi olsa bu teşvikin artacağı kesin. Fakat kamu işletmelerinde böyle bir tehlike de mümkün değil. Bir girişimcinin kaybedeceği para ve kamu işletmesinde zarar edilen para aynı değildir; girişimcinin parası geri gelmemek üzere onun elinden kayıp gitmektedir, girişimci eğer o parayı geri istiyorsa verimli fikirler bulmalıdır; kamu işletmeleri ise kaybettiği paranın yerini vergilerden gelecek yeni paralarla doldurma fırsatına sahiptir. Bu sebeple zarar etmemeye yönelik çabanın az olması çok olasıdır.

Tüm bunların verimsizlik adına yeterli noktaları gösterdiğini düşünsek de, potansiyellerle ilgili diğer bir mesele var. Kamu işletmelerine giden para, orada kullanılması tarafından bizzat verilmemiş bir paradır. Biraz daha detaylandıralım; vergi mükellefleri, vergiyi öderken beğendikleri bir lokantadan hizmet satın almak veya bahşiş bırakmak amacını gütmemiştir, onlar yalnızca ödeme yükümlülükleri bulunan vergiyi ödemişlerdir. Kimse onlara bu verginin nerede kullanılması gerektiğini -burada bilerek “gerekmek” fiilini kullanmalıyız çünkü bahsettiğimiz gibi, A kişisinin en iyi nasıl kullanılacağını en iyi A kişisi bilir- sormamıştır. Yani para, daha verimli bir yerde olabilirdi, bir takım zorunluluklar sebebiyle şu an olduğu yer görece daha verimsizdir.¹⁵ Kamu işletmeleri hakkındaki bir diğer sorun da budur, daha verimli işler yapay şekilde -belki bilerek değil fakat ısrarla- engellenmektedir.

Verimlilik tartışmasının bir diğer yüzünde de ihtiyaçların karşılanması yatar. Tüketicilerin ihtiyaçlarının karşılanmasının merkezî bir akıl tarafından başarılamayacağını iddia ediyoruz. Kararları ve etkileşimleri her zaman en yerel seviyeye indirmeliyiz; sorunların çözümünü sorunu yaşayacak insanlara bırakmalıyız. İşin içine bürokrasiyi katmadan problemlerin daha hızlı ve etkili şekilde çözülebileceğini düşünüyoruz. Her insan, kendi hayatı ve ihtiyaçları hakkında tam bilgiye sahiptir fakat başka insanların yaşadıkları hakkında asla tam bilgiye sahip olamaz. Bu, merkezî yöneticiler için de geçerlidir. Bilgi, toplumda dağınık halde bulunur ve insanlar kendi hayatları dışındaki bilgilerden ancak bir temsil yoluyla haberdar olur. Fiyat sistemi bozulduğunda ve zararın dengeleyiciliği ortadan kalktığında, dağınık bilgi iyice bulanıklaşır ve anlaşılması daha zor hale gelir. Bu dağınıklığa bir de merkezî bakışın mikro ihtiyaçlara uzak olmasını eklediğimizde, düzenlemelerin hedefi bulması imkansız hale gelir. Hayek’in ünlü makalesinde gösterdiği gibi, merkezî yönetimin ihtiyaçlar hakkında tam bilgiye sahip olması imkansızdır; ve ekliyoruz, tam bilgiye sahip olunmasa bile üreticiler bu ihtiyaçları karşılayabilir, hızlı etkileşimler ve zararın dengeleyiciliği sayesinde kararlarını hızla değiştirebilirler -ki bu bürokraside çok zordur, fiyatlar sayesinde sanki tam bilgiye sahipmiş gibi hareket edebilirler ve kendi hayatları üzerinde tam bilgiye sahip insanlarla bire bir etkileşime girerek onların ihtiyaçları hakkında ciddi derecede bilgi edinebilirler.

4-) “Fakirin Yemeğine Göz Dikmek” Değil Herkesin Hakkını Savunmak

Kent Lokantaları tartışmasında kullanılan argümanlardan biri de, lokantalara karşı çıkanların “fakirin yemeğine göz diktiği” yönündedir. Ancak bunun doğru olmadığını söylemeliyiz. Kent Lokantaları (bundan sonra kamu işletmeleri olarak anacağız), maddi olarak zor durumda olan insanlar için kolaylık sağlıyor olabilir. Bu kolaylığın kimseyi rahatsız etmediği gayet açık. Buradaki sorun, kamu işletmelerinde yapay olarak aşağıda tutulan fiyatların piyasanın geneline etkisidir. Ne de olsa kamu işletmelerinin hizmetlerinden faydalanmak için maddi durumunuzla ilgili bir şey kanıtlamak zorunda değilsiniz, yani özel bir işletmeyi tercih etmek yerine daha ucuz olduğu için kamu işletmesini tercih etme ihtimaliniz yüksektir. Bu da özel işletmelerin müşteri kaybetmesi anlamına gelecektir. Müşteri kaybının bu denli yoğun ve yaygın olduğu durumlarda da önce fiyat artışları sonra da teker teker piyasadan çekilen özel işletmeler görürüz.

Bu durumda şu soru sorulmalıdır, piyasada genel bir fiyat artışına veya kitlesel batışlara yol açacak bir şeye karşı çıkmak, fakirin yemeğine göz dikmek midir yoksa herkesin hakkını savunmak mıdır? Özel işletmeyi tercih etmek isteyen insanlar daha yüksek fiyatlarla cezalandırılmakta mıdır? Oysa ki bu kişiler vergilerini de ödemişti fakat kamu hizmetini tercih etmemişti. Bu kişilerin cezalandırılması ne derece meşrudur?

Yapay şekilde dayatılan ucuz fiyatlı hizmetlere karşı çıkmak, paranın hesabının sorulması açısından da herkesin hakkını savunmaktır. Öyle ki, maddi olarak zor durumda olan insanların parası da bu işletmeler için onlara sormadan harcanan paranın içindedir ve bu işletmelere karşı yaptığımız savunma, onların parasını da kapsamaktadır.

5-) Kamu İşletmeleri, Rekabetten Kaynaklanan Çalışma Teşvikini Azaltır

İnsanlığın kadim kanunlarından biri olan rekabet, serbest piyasanın da anahtarıdır. Rekabetin varlığı kabul edilmeden serbest piyasa hakkında neredeyse hiçbir önermede bulunulamaz. Piyasanın tüm gelişimi, ilerleyişi rekabete sıkı sıkıya bağlıdır. Serbest bir piyasada rekabetin birçok boyutu vardır. En göz önünde olanı, üreticiler arasındakidir. Piyasadaki tüm üreticiler, tüketicilerin isteklerine hizmet etmek konusunda diğer üreticilerle rekabet halindedir. Tüketicilerin isteklerini en iyi şekilde karşılayan üreticiler, piyasada yükselmek için en önemli adaylardır. Bundan daha önce de bahsettik ve zaten konumuz bu değil, yani eskiden bahsettiğimizden farklı bir yönünü konuşacağız.

Rekabetin kadimliğinden basettiğimizde, örneğin üreticiler arasındaki rekabeti düşünelim, onun neden faydalı olduğunu açıklamamız da gerekmektedir. Çünkü rekabet, yalnızca zorunlu veya arzulanır değildir, aynı zamanda faydalıdır. Burada amacımız faydacı (utiliteryen) bir değerlendirme yapmak değil, yalnızca rekabetin neden iyi sonuçlara yol açtığını inceleyeceğiz.

Bunun en temel sebebi, daha iyi sonuçların istenmesidir. Rekabet sürecine baktığımızda, yüzeysel konuşacağız, giderek artan çalışma yoğunluğu veya hırsıyla karşılaşırız. A kişisi, B kişisinin müşterilerini kazanmak istiyorsa, piyasadaki boşluklara daha çok odaklanmalı veya verdiği hizmetin kalitesini artırmalıdır. Bunu yaparkenki motivasyonu, daha çok kazanç elde etmektedir. İşte, rekabet kavramının olmazsa olmazı budur: kişisel çıkarların önemi. Rekabetin içindeki her aktör, bir diğer aktörü geçmek için daha çok çalışmak zorundadır. Fakat tabii ki bunu yaparken amacı başka birini geçmek değildir -en azından temel amacı bu değildir. Asıl amaç, her zaman, daha çok kazanç, tatmin vb. elde etmektir. İnsanlar daha çok kazanç elde edemeyeceklerinden emin olduklarında, daha fazla çalışmaları için hiçbir neden kalmaz.¹⁶ Kamu işletmelerinin yarattığı en önemli problemin de bu olduğunu iddia ediyoruz.

Bir kamu işletmesinin fiyatları aşağıda tuttuğunda kaybının büyük olmadığından bahsettik. Bunun rekabete yaptığı etki, olumlu olmayı bırakın, yıkıcıdır. Yapay şekilde aşağıda tutulan fiyatlar, o kadar düşük fiyatla satış yaptığında batacağından dolayı “yüksek” fiyat belirleyen özel işletmelerin batışına ortam hazırlar. Her zaman batışla sonuçlanmasa da genelde büyük zararlar ortaya çıkar. Bu büyük zararlar sonucunda, işinin gelecekte düzgün bir duruma gelmeyeceğini veya gelmesi için verilecek mücadeleden hiçbir kâr elde edilmeyeceğini gören üreticiler, işletmelerini kapatmaya karar verecektir. Tabii şu söylenebilir: “Piyasada her zaman bunlar olur, bir üretici batar bir başkası da çıkar, bunlar normal şeylerdir.” Ancak, mesele bu kadar basit değildir. Kamu işletmelerinin etkisiyle batan özel işletmelerin batışındaki en önemli ayrıntı, adaletsizliktir. Kamu gücü dışında kimsenin veremeyeceği bir fiyatla satışın sürdürülmesi, buna ayıracak kaynağı olmayan özel işletmelerin elini kolunu bağlamaktadır. Daha da önemlisi, kamu işletmeleri bu gücü tüm halkın -rakip oldukları işletme sahipleri de dahil- cebinden elde ederken özel işletmeler tek başına piyasada hayatta kalmaktadır. Eklemeden de geçmemeliyiz ki, düşük fiyat politikası sonucunda gelecek mali zarar da yine tüm halkın ödeyeceği bir zarardır.

Ne Öneriyoruz?

Tüm bu itirazlarımızın ardından, kaldırılmasını önerdiğimiz sistemin yerine bir öneri getirmek her açıdan zordur. Mevcut sisteme bu kadar eleştiri dizmişken, kendi önerilerimize de birçok eleştirinin geleceğinin farkındayız. Önerilerimiz zaten kusursuz olma amacı gütmüyor, asıl amacımız mümkün olduğunca adil bir öneride bulunabilmek. Bu sebeple, en baştan beri vurguladığımız “gönüllülük” ilkesi, önerimizin temelini oluşturuyor. Gönüllülüğün yanında bir diğer amacımız da “iade” olacak.

Açıklamaya başlarken önceliği, kafa karıştırmaya daha yatkın gibi görünen iade amacımızla başlayacağız. Aslında gönüllülük, görüşümüzün temelini oluşturması açısından bizim için daha öncelikli durumda. Hatta öyle ki, iade önerimiz, gönüllülüğün bir uzantısı şeklinde ortaya çıkmaktadır. Fakat önceliği iade amacımıza vermekteki hedefimiz, kafa karışıklıklarının hemen dağılmasını sağlamaktır.

En baştan itibaren bahsettiğimiz gibi, kamu işletmelerinin finansmanında kullanılan vergiler aslında orada kullanılmak için toplanmamıştır. Yani ortada net şekilde belirtilen bir kullanım amacı yoktur. Bundan dolayı kamu işletmelerinin gönüllü şekilde kurulduğunu iddia edemeyiz. Ve belirttiğimiz gibi; insanların kişisel tatminleri ve çıkarları, piyasanın en iyi duruma gelebilmesi ve tabii ki adaletin -herkesin kendi parasını istediği şekilde kullanmasının- sağlanabilmesi için gönüllülük en önemli şarttır. İlke çok basit, herkes kendi parasının sahibidir ve onu istediği gibi kullanmakta özgürdür. Kamu işletmeleri kurulduğunda, insanların harcamakta özgür olmaları gereken paralar, kamu işletmesine harcanır ve buna aslında kimse tamamen kendi isteğiyle onay vermemiştir. Hatta büyük oranda kimsenin onayı sorulmamıştır. En başta zaten verimsizliğin sebebi de budur; insanlar daha uygun gördükleri bir alana yatırabilecekleri bir paradan mahrum bırakılmışlardır, dolayısıyla tüm ülke o yatırımın getireceği iyi sonuçlardan mahrum kalmıştır. Kamu işletmelerinin bunu bilerek yapmadığının farkındayız, hiçbir kamu işletmesi bu amaç doğrultusunda kurulmaz ve hiçbir yöneticinin amacı bu değildir. Ancak, bu sonuçların doğduğu bir gerçektir ve bu bizce dönülmesi gereken bir yanlıştır.

Bu yanlıştan dönmeye karar verildiğini varsayalım, o halde ne yapacağız? Bu durumda alınacak aksiyonların insanların paralarını gönüllü şekilde harcamasını teşvik etmesi ve işletmelerde kullanılan paraların iadesi gerekmektedir. Aslında, ideal bir sistem tartışması yürütüyor olsaydık, vergiler hakkındaki önerimiz şu ankinden çok daha başka olurdu. Fakat ideal bir sistem çizmiyoruz, o yüzden belirlediğimiz amaçlara mümkün olduğunca uyan öneriler sunmaya çalışacağız.

Önerimiz, tahmin edilebileceği üzere, kamu işletmelerinin özelleştirilmesidir. Bunun şaşırtıcı olmadığının farkındayız, Türkiye’de özelleştirmenin defalarca kez konuşulduğunu ve duyulmaya alışılmış bir öneri olduğunu da biliyoruz. Tüm bunları bilmemize rağmen neden tekrarlıyoruz? Sadece haklı olduğu için değil, amacımız klasik özelleştirme anlayışının da sorunlu olduğuna dikkat çekmek.

Geçmişin tüm özelleştirme çağrılarından farklı bir çağrıda bulunduğumuzu söyleyerek söze başlayalım. Var olan bir kurumu/işletmeyi kamu mülkiyetinden çıkarıp özel mülkiyete geçirmek olarak anlaşılan klasik özelleştirme anlayışı, piyasada tekel oluşturmaya müsait olduğundan bizce eksik bir yöntemdir. Eksikliği, özelleştirme için en uygun kişinin devlet tarafından seçilmesinde yatmaktadır. Bu yöntem tabii ki herhangi bir kamulaştırma operasyonundan daha tercih edilirdir fakat asla yeterli değildir.

Tekelleşmeye yeşil ışık yakan ve özelleştirmelerin neredeyse tamamen üreticilerin lehine yapılmasını sağlayan, işçileri ve çalışanları büyük oranda unutan bu özelleştirme yöntemi, makalemizin başından beri izini sürdüğümüz adil ortamı sağlamakta eksik kalmaktadır. Bunun yerine, Locke’un mülk edinim ilkesini tekrar canlandırmayı öneriyoruz. Kamu mülkünün ahlak felsefesi açısından statüsünü eski bir makalemizde tartışmıştık, bundan dolayı tekrardan ayrıntılı bir incelemeye girişmeyeceğiz. Kamu mülkünün statüsü açısından, üzerinde emek harcayan kişilere ait olabileceğini savunuyoruz. Özelleştirmedeki yöntemsel önerimiz de buna dayanıyor: Bir kamu işletmesinin özelleştirilmesi, çalışanların ona sahip olmasıyla mümkün olur -fakat burada bir devrim veya saldırıyı kastetmiyoruz bilakis bunlara karşıyız, marksist bir duruşa sahip değiliz. Özelleştirme yöntemimiz, kamu işletmelerinin, çalışanlarına hisseler halinde dağıtılmasıdır. Kamu işletmelerinde tüm halkın parasının harcandığının farkındayız, işletmenin tüm halka dağıtılmasının adaletli bir bakış olduğu da doğrudur ancak bu hantal gibi görünmektedir. Pek tabii bunun yapılması da mümkün ve adaletlidir, bununla teorik açıdan bir sorunumuz yok. Çünkü teorik bakışımız, kamu mülkünün, üzerinde emek harcandığında emek sahibine ait olabileceğini savunmaktadır ve işletmede parası kullanılan vatandaşlar dolaylı olarak o işletme üzerinde emek harcamıştır. Tüm halka hisse dağıtma hantallığının yerine önerdiğimiz çalışanlara hisse dağıtma yöntemi de teorik açıdan aynı tutarlılığa sahiptir: Çalışanlar da işletme üzerinde emek harcamış ve işletme özel mülkiyete geçerken onun bir numaralı sahip adayları olmuşlardır. Hisselerin belirgin özelliği ise anında ve şartsız değiştirilebilir olmalarıdır, satışta hiçbir şart aranmamalıdır, tabii çalışanlar satmak değil devretmek isterse bunda da serbest olmalıdır. Bunun hem adaletli hem de mümkün olan en verimli özelleştirme şekli olduğunu iddia ediyoruz; varsayımlarımızdan hareketle, hisse sahibi çalışanların verdiği kararların müdahaleden arınmış olacağını ve bu sebeple adaletli, çalışanların kendileri için en uygun kararı vererek satış veya hisseyi saklama kararı vereceğinden dolayı da verimli olacağını iddia ediyoruz. “Verim” iddiamız, değerin subjektifliğine dayandığından, her hisse sahibi çalışanın kararına güvenmekteyiz.

Sonuç Yerine: Bedava veya Ucuz Yemeğe Karşı Mıyız?

Kapitalizm söz konusu olduğunda, neredeyse her konuşmada geçen eleştiri, her şeyin “metalaştırılması” ve bir fiyat biçilmesinin ardından satılmasıdır. Aslında bu, kapitalizme yönelik temellerin anlaşılmamasından kaynaklanan ve hedefi yanlış belirlemiş olan bir eleştiridir. Kapitalizmin temelinin bu olduğu iddia edilir ki neredeyse tamamen yanlıştır. Kapitalizmin temelinde öz-sahiplik (yani bir bakımdan özel mülkiyet) yatar.¹⁷ Kapitalist girişim dediğimiz aksiyonun gerçekleşebilmesi için ise kişinin önce kendi bedeni üzerinde sonra da bundan hareketlere kendi mülkiyetindeki mallara tam hakimiyeti gerekmektedir. Bu sahipliğe dışarıdan müdahale olmadan -hür iradeyle- alınan her karar, gönüllüdür. Böyle bakıldığında kapitalizm, gönüllülükten ayrı değerlendirilemez. Yani diyebilmekteyiz ki, kapitalizmin temeli fiyat veya satış değildir, bunlar yalnızca gönüllü eylemlerin oluşturduğu sonuçların birkaç yansımasıdır.

O halde kapitalist savunu, satışı veya kâr etmeyi öncelik olarak görmez, ilk şart kişinin eylediği eylemin gönüllü olmasıdır. Eylem gönüllü olduğunda, başkasının öz-sahipliğine veya mülkiyetine saldırıda bulunmadığı sürece ne olursa olsun meşrudur. Bedava veya ucuz yemek hizmetini ya da “hayır işini” bu bağlamda incelemenin en doğrusu olacağını düşünüyoruz. Kapitalizmin temelleri bir kez doğru anlaşıldığında, bir daha kapitalistleri vahşilikle veya yardıma karşı olmakla suçlamak mümkün değildir.

Bizler yardıma veya ucuz hizmete karşı değiliz; bunun gönülsüz insanların parasıyla yapılmasını uygun görmüyoruz. Burada şu soru sorulabilir: Peki ya kamu yardımına alternatifiniz nedir? Tabii ki özel hayır kurumları. Eğer kamu işletmelerinde sunulan ucuz hizmetin veya zaman zaman bedava sağlanan yardımların, söylenildiği gibi, en büyük motivasyonlarından biri şefkatse, özel hayır kurumlarının bunu daha iyi sağlayacağını düşünüyoruz.¹⁸ Daha iyi sağlamalarının yanında, bunun gönüllü olacak olması da en önemli noktalardan biri. Gönüllü olacak olması, sanıldığından çok daha önemli. Çünkü gönüllü demek, sadece rıza gösteren kişinin parası kullanılacak demektir.

Tüm bunların yanında, gönüllü bağışlar gerçekten bedavadır. Neyi kastediyoruz? Kamunun sunduğu bedava hizmetler aslında hiçbir zaman bedava olmamıştır. Vergiler yoluyla fonlanması sebebiyle, yılın her günü düzenli olarak tüm vatandaşlar tarafından ona ödeme yapılmıştır. Buna, yardımlardan yararlanan vatandaşlar da dahildir ve bu yüzden bedava olduğunun iddia edilmesi zordur. Bunun yanında, özel hayır kurumlarının yardımları tamamiyle bedavadır. Kurumun sahibi veya sahipleri tarafından kendilerine ait olan veya fon adına yönettikleri paranın bir kısmı, karşılık beklenmeden insanlara bağışlanır ve hayır işlerinde kullanılır. Hizmet ve yardımlardan yararlananlar, hiçbir ödeme yapmamış olsalardı bile bu yardımlardan yararlanma hakkına sahip olacaklardı.

Sözlerimizin sonuna gelirken, en başta amaçladığımız gibi, bu önerimizin de Türkiye özelinde analizini yapmalıyız. Elbette önerilerimizin evrensel geçerliliği bulunduğunu düşünüyoruz ve birçoğu zaten bu amaçla sunuluyor. Fakat konu hayır kurumları ve vakıflaşma olunca, Anadolu topraklarındaki yoğun kültürü anmadan geçemeyiz. Gerçekten de, gerek Selçuklu gerek de Osmanlı Devleti’nin hakimiyeti altındayken bu topraklarda çok geniş bir vakıf kültürü hakimdi. Heidemann’a göre hukuk âlimi el-Kasani, vakıfı “Allah rızası için yapılan hayır işi” olarak tanımlıyordu.¹⁹ Bu bağlamda bakıldığında, dinî motivasyonlarla yola çıkılmış bir hayır işinde ödeme beklenilmesi çok anlamsız olurdu. Ancak burada, sadece dindar kişilerin bu işi yapabileceğinden bahsetmiyoruz, eski dönemlere ait okumalarımızda kültürel izlerin araştırılması, dinlerin bıraktığı geniş geleneklerle daha kolay olmaktadır. Burada, Hülsmann’ın benzeri bir yöntem izledik. Anadolu topraklarında vakıf veya gönüllü hayır işi, başta sağlık alanı olmak üzere birçok alanda çok gelişmişti.²⁰ Günümüzde de hâlen devam eden Darüşşafaka gibi kurumların varlığı, bunun yalnızca sağlık alanıyla sınırlı kalmadığını, çok geniş ve katılımcı bir yardımlaşma kültürünün varlığını bize göstermektedir. Böyle bir kültürün varlığında, gönüllü hayır işine güvenmek, diğer tüm senaryolardan daha kolaydır. Hayır işlerinin yapılması, ucuz hizmetin verilmesi gibi konularda, işin içine devletin dahil olmasının gerekli olduğunu düşünmüyoruz. Gönüllü yardımlaşmaya dair eğilim bu kadar büyükken, tüm halkın bir hayır işini veya -çoğu zaman kullanmadığı- ucuz hizmeti fonlaması ne kadar mantıklıdır?

Yazar: Ege Kağan Şafak

Kaynakça:

  1. İnsan eyleminin belirleyiciliği ve hayatiliği üzerine bkz. Mises, L. v. (1998). Human Action. Ludwig von Mises Institute.

  2. https://www.tcmb.gov.tr/wps/wcm/connect/TR/TCMB+TR/Main+Menu/Istatistikler/Enflasyon+Verileri/Tuketici+Fiyatlari

  3. MAGNUSON, J. (1990). “Stress Management”, Journal of Property Management.

  4. Hayek, F. A. (1945). The Use of Knowledge in Society (pp. 519-521). The American Economic Review.

  5. Hayek, F. A. (1937). Economics and Knowledge. Economica.

  6. The Blue Dollar

  7. İstanbul’a Kent Lokantaları Kazandırdık

  8. Bedensel hakların ayrıntılı bir savunması için bkz. Hoppe, H.H. (2022). Sosyalizm ve Kapitalizm. Liberus Kitap.

  9. Mises, L. v. (1944). Bureaucracy (pp. 20-21). Yale University Press.

  10. Peterson, W. H. (2003). The Meaning of Market Democracy. The Free Market.

  11. Mises, L. v. (1944). Bureaucracy (p. 27). Yale University Press.

  12. Kirzner, I. M. (2013). Competition and Entrepreneurship (pp. 200-224). Liberty Fund.

  13. Mises, L. v. (2018). Anti-kapitalist Zihniyet (pp. 20-21). Liberte Yayınları.

  14. Friedman, M. & Friedman, R. D. (1990). Free to Choose (pp. 116-117). Harcourt Brace Jovanovich.

  15. Daha sonra da bahsedeceğiz ancak söylemekte fayda var, verimlilik anlayışımız subjektif değerlere dayanıyor. Ana akım iktisat tarzı hesaplamalar, konumuzla ilgili değil.

  16. Mises, L. v. (1962). Socialism (p. 138). Yale University Press.

  17. Capitalism (aka Self-Ownership) Is the Only Moral Economic System

  18. Wang TM, van Witteloostuijn A, Heine F. (2020). A Moral Theory of Public Service Motivation. Front Psychol.

  19. Heidemann, S. (2009). Charity and Piety for the Transformation of the Cities (p. 157). Walter de Gruyter.

  20. Muhammad, T. K. (2015). Historical Role of Islamic Waqf in Poverty Reduction in Muslim Society (p. 985). The Pakistan Development Review.

Yazar Hakkında