Özgürler

Gökdeniz
5 dakika okuma
Özgürlük
Özgürler

1841’de Stirner, 1840–1845 arasındaki çalkantılı yıllarda Berlin’de Hippel’in Weinstube’ünde toplanan “sol” ya da “genç” Hegelcilerden oluşan Die Freien (Özgürler) grubuna katıldı. Stirner’in yanı sıra bu grubun başlıca isimleri Ludwig Feuerbach, Bruno Bauer, David Strauss ve Arnold Ruge idi. Topluluğun genç üyeleri ise August von Cieszkowski, Karl Scmidt, Edgar Bauer, Friedrich Engels ve Karl Marx’tı.

Genç Hegelciler, Hegel’in felsefi çıkarımlarını kabul etmekten ziyade ortak noktaları Hegel’in diyalektik yönteminin sürekli uygulanmaya devam edilmesi yönünde istekleri olan entelektüel bir gruptu. Bu, en bilinenleri David Strauss’un Das Leben Jesu (İsa’nın Hayatı) ve Ludwig Feuerbach’ın Das Wesen des Christentums (Hıristiyanlığın Özü) adlı eserleri olan radikal din eleştirilerinde vücut buldu.

Özellikle Genç Hegelci dünya görüşünde, Hegel’in diyalektik yönteminde dünya tarihinin birbirine zıt iki aşamadan geçtiği iması önemliydi: Antik çağın duyusallığı ya da materyalizmi ve daha sonra Hıristiyanlıktaki modernist düşünce dönemi ve bununla birlikte artık filozofların görevi sentezci pratiğe geçmekti. Bu belki de en açık şekilde Cieszkowski’nin Prolegomena to Historiosophy adlı eserinde ortaya konmuştur. Genç Hegelcilerin odak noktaları bunlar olunca, siyasi açıdan radikal olarak tanındılar. Genç Hegelciler, Hegel’in gerçek ve akla uygun tanımlamasından yola çıkarak, gerçek olanı akla uygun hale getirmeye yönelik bir programa geçtiler.*

*Hegel’in “gerçek olan akla uygundur” görüşünü tersine çevirerek, akla uygun olmayan gerçeklikleri eleştirip onları akla uygun hale getirme gerekliliğini savunan bir reform ya da devrim programına geçerler.

Genç Hegelci̇ Fi̇ki̇rleri̇n Kısa Tari̇hi

Spinoza basitçe Tanrı’nın bir Pan olduğunu, yani Doğa olarak, “biz” olarak görülebileceğini söylemiştir. Dolayısıyla, “Ben” ve “Sen” daha derin bir anlamda özdeşlik içindedir. Bu konu daha sonra Hegel’in felsefesindeki kılavuzlarından biri olan Schelling tarafından ele alınmıştır. Diğer kılavuzu ise Fichte’dir. Fichte, Kant’ın Akıl ve Dünya arasındaki ayrımını ele almış ve ikisini birleştirmeye çalışmıştır. Fichte için her şey “Ego” idi. Senin ya da benim egom değil, genel ve her şeyi kapsayan bir Mutlak Ego. Birisi dünyaya baktığında, aslında kendisine bakıyordu.

Dolayısıyla hem Fichte hem de Schelling Zihin ve Madde arasında bir birliğe, “düalizm olmayan” bir birliğe ulaşmaya çalışmıştır. Hegel’in üzerinde durduğu şey, her iki yaklaşımın da hala çok “tek taraflı” olduğunu, ya Zihni Maddeye (Schelling’in durumunda olduğu gibi) ya da Maddeyi Zihne (Fichte’nin durumunda olduğu gibi) indirgemeye çalıştığını belirtmekti. Hegel için Madde ve Zihin, Mutlağın her iki yüzüdür. Kendi sentezinde Hegel, bilimin yanı sıra dini düşünceleri de birleştirmiştir. Felsefenin gelişimi Tinin diyalektik bir süreçle gelişmesiydi.

Yani en azından o öyle düşünüyordu. Öğrencileri ikiye ayrılmıştı: Eski Hegelciler, yani Hegel’le birlikte felsefe gelişiminin sona erdiğini söyleyenler. Genç Hegelciler, yani bir şekilde “Hegel’i Hegel’e uygulamak”, yani Hegel’in metodolojisini Hegel’in ötesine geçmek için kullanmak gerektiğini söyleyenler. Burada ilgi çekici olan Genç Hegelcilerdir.

David Strauss ilk dikkat çeken olmuştur. Hegel’in yöntemini Yeni Ahit’i analiz etmek için kullandı ve eğer Tanrı tanrıbilimcilerin O’ndan bahsettiği gibiyse o zaman tek bir Mesih olmasının saçma olduğu sonucuna vardı. Yeni Ahit’teki Mesih İsa’nın, insanlığın kendisi olan gerçek Mesih için bir metafordan başka bir şey olmadığını savundu. İnsanoğlu kendi kendisinin kurtarıcısıydı, çünkü (Mesih’in) ahlâki ilerlemesinde, ahlâken daha iyi olanın, insanların günahları için cezayı üstlenmesi gerekecekti; ve bunu seve seve yaptı!

Ludwig Feuerbach bunu İnsanlığın sadece Mesih değil aynı zamanda Tanrı olduğunu ilan ederek sürdürdü. Bu, “The Essence of Christianity” adlı eserinde (bence oldukça iyi bir şekilde) Tanrı’nın his yani sezgi yoluyla bilinebileceği iddiasıyla savunulmuştur. Ama eğer his Tanrı’dan geliyorsa, o zaman hissin de İlahi olması gerekmez miydi? Feuerbach bir dizi akıl yürütme yoluyla bizi “Tanrı” ve “İlahi” ile kastettiğimiz şeyin tam da bu his olduğu sonucuna ulaştırıyor. Argümanın bir kısmı yüklemsiz bir Tanrı’nın bizim dikkatimizi talep etmeyen boş bir özne olduğu yönündedir. Sadece yüklemleri aracılığıyla böyle bir talebi vardır. Bunlar da tam olarak bu “Tanrı” için hissettiğimiz İlahilik duygusudur. Bir başka argüman bizi bu duygunun gerçekten bize ait olduğuna ve Feuerbach’ın deyişiyle insandaki özümüz olduğuna götürür. Tanrı’ya duyduğumuz hürmet gerçekten de türümüz ve özümüz olan İnsan’a duyduğumuz hürmettir.

Başka bir makalesinde Feuerbach’ın Hegelci felsefenin yeniden biçimlendirilmesi üzerine yaptığı önemli bir eleştiri, Hegel’in hiçbir zaman tek yanlılıktan kurtulamamış olmasıydı. Hegel hissiyatı ve aklı dikkate almamıştı. “Phenomenology of Spirit” adlı eserinin aklını bedensel, düşünen insana bağlamayı unutmuştu.

Bu son eleştiriyi Stirner de takip eder. Stirner as Hegelian adlı kitabında Lawrence Stepelevich, Stirner’in büyük bir kısmının Fenomenoloji’yi, oradaki “ Biz” in gerçekten tek ve gerçek “Ben” olduğuna dair yeni ve geliştirilmiş bir bakış açısıyla okunması gerektiğini savunur.

Hegel için Mutlak, “the power of the negative*” yani orada belirleme halinde olmayan aksine her belirlenmiş düşünceyi gören ve eleştiren şeydir de yani Özne’dir. Stirner için bu eleştirmen, bu “the power of the negative” tek bir bilinçtir ki o da kendisidir, bireydir. Bu Der Einzige’nin anlamıdır.

*Olumsuzluğun gücü; Hegel gibi filozofların çalışmalarında önemli bir kavramdır. Hegel’e göre “negatif,” gelişim ve değişim için gerekli bir güçtür.

Ancak Genç Hegelciler de Zihin’i insanın kendisinden başka bir şey olarak ele alırlar. August Cieszkowski, Hegel’in dünya tarihini Hegelci felsefe biçimine daha iyi uyacak şekilde yeniden düzenler ve onu Geçmiş, Şimdi ve Gelecek olarak böler. Cieszkowski, Gerçek’i düşünme aşaması olan Sanat’tan (Geçmiş), İdeal’i düşünme aşaması olan Felsefe’ye (Şimdiki Zaman) geçtiğimizi ve Hegel’in felsefesi Felsefe’nin özeti ve mükemmelliği olduğu için Felsefe’nin zamanının dolduğunu ve yeni bir çağın, Eylem çağının başladığını savunur.

Ancak Cieszkowski bu eylem çağrısını Aklın bir Öteki olarak görülmesiyle yapmıştır. Eylem ve İrade Öteki’nde olduğunda bir “yapmalıyım ”dan başka ne ortaya çıkabilirdi ki? “Yapacağım” değil, ‘yapmalıyım’. Ve daha sonraki Genç Hegelciler de onu bu konuda örnek aldılar. Feuerbach için bile benlik tek bir insanda değil türdeydi. Böylece kişinin türsel doğasının farkına varması için çağrı yapıldı. “Özümüzün” kolektifte bulunduğu inancı zorunlu olarak, kendi iradenizle elden çıkaramayacağınız bir “olması gerekeni” doğurdu.

Çevirilen: The Free

by Svein Olav Nyberg

Yazar Hakkında